İyi akşamlar sevgili izleyiciler; önce biraz yine Adana Valisi'nden söz edelim isterseniz. Vallahi bir şey söyleyeyim mi, bu iş artık komediye dönüştü. Başbakan bugün meclis Kürsüsü'ne çıkıp "O valiyi yedirtmeyiz" dedi. Tabii o ünlü "kusura bakmasınlar" klişesini de kullanmayı ihmal etmedi.
Bayılıyorum şu "kusura bakmayın" lafına. Kim kusura bakıyor, ayrıca kimin haddine değil mi kusura bakmak. Başbakan söylediyse aynen kabul edeceğiz.
Adam gavat demiş, Başbakan'ın umurunda bile değil, "kusura bakmayın yedirmem" diyor. Ama asıl bomba başka. Başbakan her şeye rağmen "Valinin söylediklerini beğenmedim" de diyor, bir hakkı teslim ediyor, sonra da ekliyor "Tabii usulen gerekli bir inceleme yapılacak." Yani bir şey yapılacağı yok aslında, devlet işleri böyle olduğu için usulen bir inceleme yapılacakmış.
Devlette böyledir sevgili izleyiciler, eğer bir şey olmuşsa, kayda geçmişse, öyle ya da böyle üzerine bir belge koymak gerekir. Yarın öbürgün birileri gelip de "kardeşim siz bu olayla ilgili ne yaptınız" derse, o zaman yapılan incelemeyi "nah işte" diye burnuna dayarsınız. O tarihte kim diyecek ki "yahu bu usulen yapılmış bir inceleme, incelemeden sayılmaz ki" kim sorabilecek ya da aklına gelecek. Devlet gerekeni yapmış, müfettişlerini göndermiş, ifadeler alınmış. Şekle uyulmuş mu, uyulmuş, tamam o zaman mesele yok.
Ondan sonra sen istediğin kadar demokrasi hukuk nutukları at, "bana diktatör diyorlar" diye ağlaş. Affedersiniz ama ortada ne demokrasi ne hukuk bırakacaksınız, diktatörlerin bile açıkça söylemeye çekineceği eylemlerde bulunacaksınız sonra da şikâyet edeceksiniz.
Kimse kanmaz diyeceğim ama, öyle bir kanıyor ki güzel milletimin bir bölümü, evlere şenlik bir durum yani.
Tek varlık sebebi Başbakan'a payanda olmak olan yazarın biri kalkmış "Adamın biri valiye beddua ediyor, sen vali nasıl gavat der diye eleştiriyorsun" diyor. Ne cevap vereyim ben şimdi buna.
Peki sevgili izleyiciler Başbakan bu tür davranışları bini aşmış bir valiyi neden korur neden "kusura bakmayın ama yedirmem" der. Bu vali çok mu becerikli, çok mu başarılı, çok mu iyi işler yapıyor.
Sanmıyorum. Haaa, tabii çok iyi yaptıkları var. Birinci Başbakan'ın ağzından çıkan her sözü emir kabul ediyor. Sonra iktidara eleştiri getiren herkesle ulu orta kavga ediyor, müdürleri azarlıyor, Belediye Başkanı'na tv kameralarının önünde fırça çekmekten sakınmıyor.
Daha ne mi yapıyor? Örneğin iktidar muhalefet bakmadan telefon dinletiyor. AKP milletvekili neydi adı Ali Küçükaydın zamanında valiyi şikayet etmiş, "telefonlarımı dinletiyor" demiş. O zaman "usulen bile" bir inceleme yapılmamış. Küçükaydın dün veryansın etmişti "Bunun yüzde birini yapan vali görevden alınır" demişti.
Şimdi ne oldu. Bugünkü grup toplantısından sonra Başbakan herhalde valisini şikâyet eden Ali Küçükaydın'ın da gözünün içine baka baka "kusura bakma yedirmem" dedi. Küçükaslan artık ne yapacak o da benim sorunum değil.
Netice; bu valinin sabıkası çok. Ama buna rağmen arkasında bir kalkan var. Neden acaba? Bu konuda fikir yürütecek durumda değilim, ama size de dikkat çekici gelmiyor mu? Kendi vatandaşına gavat diyen bir valiye neden başta başbakan olmak üzere iktidar tüm gücüyle sahip çıkar. Bir bildiği mi var acaba vali beyin? Yoksa zamanında ve şimdi Başbakan'a olan bağlılığına gösterilen bir vefa mı?
Ancak sevgili izleyiciler, valinin son günlerde neden bu kadar sinirli ve gergin olduğu konusunda bazı şüphelerim var.
Suriye'de, güya muhalefet adına vahşet saçan El Kaide militanlarına yapılan her türlü yardımın merkezi Adana. Her ne kadar bu El kaideci teröristler Antakya, Hatay üzerinden Suriye'ye girip çıkıyorsa da, olayın lojistik merkezi Adana. Her şey Adana'da kotarılıyor belli ki.
İşte bu vali, iktidarın Suriye politikasındaki önemli isimlerden biri. Ancak ne gariptir ki, iktidar en çok bu valinin gayretkeşliği ya da dikkatsizliği nedeniyle El Kaide konusunda açıklar veriyor.
Bakın birkaç gün önce Adana'da bir TIR içinde 1000'e yakın roket başlığı ele geçirildi. Bu silahların Türkiye'de üretildiği, Konya'da üretildiği ve Suriye'deki sözde muhalif gruplara, açıkçası El Kaide'ye gittiği anlaşıldı.
TIR'ın yakalandığı gün sizlerle sohbet ederken bu işte bir gariplik olduğunu söylemiştim. Gariplik şuydu, evet yüklü miktarda silah yakalanmıştı ama emniyet güçleri aslında bir uyuşturucu operasyonu için gitmişlerdi belirtilen adrese ve TIR'a.
İster istemez insanın aklına şu soru geliyor; Silah yüklü bir kamyon için neden uyuşturucu yüklü bir kamyon var diye ihbar yapılır. Neden ihbarı yapan direk "Şu adresteki şu kamyonda silah var" demez de "uyuşturucu var" der.
O akşam bu soruyu sormuştum. Ama buna hiçbir cevap gelmedi. Aradan üç dört gün geçti. Bugün taraf Gazetesi konuyu manşetine taşımış. Söylemesi ayıptır, benden 4 gün sonra "Neden uyuşturucu ihbarı yapıldı?" diye sordu. Galiba bir de CHP milletvekili aynı soruyu sormuş.
İlk ben sordum derdinde değilim, ama bu sorunun mutlaka cevaplanması gerek. Çünkü gerek Taraf'ın gerekse milletvekilinin iddiasına göre silah taşınması aslında "mutat sevkıyat" olarak kabul ediliyor. Yani devletin ilgili birimleri Türkiye üzerinden Suriye'deki teröristlere giden silahları biliyorlar.
O halde eğer biri kalkıp da "silah kaçırıyorlar" türü bir ihbar yapsa, muhtemelen devletin ilgili birimleri bunun "mutat" olduğunu bilerek hiçbir şey yapmayacak.
Bu nedenle uyuşturucu ihbarı yapılıyor ki, emniyet harekete geçsin.
Nitekim aynen böyle oldu. Adana Emniyeti'ne yapılan "uyuşturucu kaçırılıyor" ihbarından sonra ilgili birimler hemen harekete geçtiler. Muhtemelen bir TIR dolusu uyuşturucu konusunda Adana Valisi de bilgilendirildi. Vali de çok büyük bir başarıya imza atacağına inanmış olacak ki durumdan medyayı haberdar ederek kameraların ve foto muhabirlerinin olay yerine gelmesini sağladı.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Uyuşturucu bulunacağı sanılan kamyonun ağzına kadar silah dolu olduğu görüldü. Eee, ayaklar böyle dolanır işte. Vali ve emniyet medya önünde çok büyük uyuşturucu kaçakçılığı şebekesini çökerteceklerini zannederken "mutat bir silah sevkıyatının" açığa çıkmasına neden oldular.
İşte sanıyorum, valinin ondan sonraki günlerdeki sinirli hali bu yüzden. Durup dururken, bir hava atmak uğruna hem işi bozdu hem de Türkiye'nin "teröre ve teröristlere destek veren ülke" olması yolunda bir çentiğin daha açılmasına neden oldu.
Sevgili izleyiciler, Türkiye'nin Suriye'deki El Kaideci militanlara her türlü yardım ve destekte bulunması konusu belki yerli medyanın konuya hiç önem vermemesi nedeniyle pek bilinmiyor.
Ancak bu ilk sabıka değil. Daha önce yine aynı yerde kasalar dolusu Kalaşnikof tüfek ele geçirildi. Ardından mühimmat yüklü bir gemi yakalandı. Suriye'de El kaideci militanların kullandığı anlaşılan kimyasal silahların ana maddesi sarin gazı da Adana'da yakalandı.
Şimdi iktidar durumu kurtarmak için "görüyorsunuz değil mi, teröre destek konusunda hiçbir müsamahamız yok" nutukları atıyor. Geçin bunları. Hikaye bunlar.
Buradaki ilginç durum ne biliyor musunuz? Bütün bu operasyonlar aslında başka gerekçelerle verilen ihbarlar üzerine ele geçti. Örneğin mühimmat yüklü gemiye polisler "insan kaçakçılığı" ihbarıyla gittiler. Efendim sarin gazı, tam bilmiyorum ama altın kaçırılıyor ihbarı üzerine ele geçirildi.
Bu şunu gösteriyor. Güney sınırımızda müthiş bir istihbarat savaşı yaşanıyor. Ve bu savaşta Türkiye sürekli patinaj yaptığı gibi kısa vadeli bir gelecekte Türkiye'nin adının dünyanın kara listesinde yer alması ihtimali büyük.
Birkaç gün önce "Sanki Türkiye aleyhine belge toplanıyor" demiştim. Bakın bütün bunlar Türkiye'nin aleyhine delillerdir. Biz hala o yanlış Suriye politikamızı savunurken, elin oğlu Türkiye'yi savaş suçlusu duruma düşürecek belge ve bilgileri depoluyor.
Bakın sevgili izleyiciler, hani bu iktidarın ve yandaş yalakalarının son 5 yıldır kafamıza kaktığı darbeler, derin devletler lafları falan var ya, işte örneğin Adana'da yakalanan silahlar olayı tam bir derin devlet operasyonudur.
Olay günü de sizlere anlatmıştım, hiç kimse Anadolu'nun en orta yerinde, yüzlerce roket başlığını, üstelik sıradan bir torna atölyesinde imal etmeye cesaret edemez. Efendim bunlar aslında su bulmak için kullanılan sondaj aletlerinin parçası falan laflarına kimse inanmaz. Eğer Konya gibi bir yerde roket başlıkları bir torna atölyesinde imal ediliyorsa, devletin ilgili birimlerinin bunu bilmemesi mümkün değildir.
Bunlar bal gibi biliniyor. Ama Türkiye'yi yönetenler son yıllarda öyle havalara girdiler ki, zannedersiniz bütün Ortadoğu politikasını biz yaptığımız gibi dünyaya da biz ayar veriyoruz. Gerçi Başbakan sanki Amerika Başkanı'na bile akıl veriyormuş havalarına giriyor ama, yaşadığımız olaylara bakınca bunun hiç de böyle olmadığını hatta tam tersine Türkiye'nin özellikle Ortadoğu'da sürekli dayak yediğini görüyoruz.
İşte Mısır politikası, nasıl iflas etti gördük değil mi? Bir yandan Amerika'nın istediği doğrultuda Mısır'da Mürsi yönetiminin devrilmesine destek verdiğinizi söyleyeceksiniz, ama el altından Mürsi'ye "aman darbe geliyor, sen diren ben arkandayım" diyerek adamı cesaretlendireceksiniz, sonra da bunun öğrenilmeyeceğini sanacaksınız.
Sevgili izleyiciler, Mısır'daki Mürsi yönetiminin gideceğini sağır sultan biliyordu. Türkiye'de biliyordu ve bu konuda Amerika'nın yanında olacağını söylemişti. O günlerde size bunları anlatmıştım. Ama biliyorsunuz son zamanlarda çok parlatılan bir MİT'imiz var. İşte o MİT el altından Mürsi'ye "Sana darbe yapılacak, diren arkandayız" mesajı iletmişti. Zavallı Mürsi de bunun gerçekten başarılı olacağını sanarak direnmeye kalkmıştı. Şimdi yargılanıyor. Haaa, Mısır sokaklarında protesto gösterileri sürüyor, Rabia işaretleri yapanlar güya darbe karşıtı olduklarını sanıyor. Bizdeki uzantıları da hala o meşhur 4 parmak işaretiyle sözde darbecileri lanetliyor. Hepsi boş laf bunların. Atı alan Üsküdar'ı geçti. Egemen güçler siyasal İslamcı kadroların beceriksiz oldukları kadar güvenilmez olduklarını da kabul ettiler artık. Ne kadar zorlasalar da Mısır'da tekrar Mürsi'li günlere dönüş mümkün değil. Bu bizim iktidar için de büyük bir hezimettir ama, anlatsak da ne çare.
MİT çok güçlenmiş bölgenin kaderini tayin ediyor falan. Dünya buna gülüyor. Bizimkiler diyor ki, "Türkiye artık istihbaratta Amerika'yı da İsrail'i de geçti, Ortadoğu'da her şey bizden soruluyor." İşte buna gerçekten inanan iktidar MİT eliyle bölgede hakim olduğunu sanırken, aslında diğer ülkelerin istihbarat örgütleri Türkiye'nin altını oymuşlar da haberimiz yok.
Ne diyordum, iktidar bir taraftan geçmişteki derin devlet edebiyatı ile güya demokrasicilik oyunu oynarken aslında kendi derin devletini kurmayı, daha doğrusu derin devleti yönetmeyi deniyor.
Ama bu iş oyuncak değil ki. Derin devletçilik oynamaya kalkarsanız, bunun bedelinin de ne olduğunu bileceksiniz. Dünyada tek akıllı olarak kendinizi zannederseniz, herkesi alt ettiğinizi, onları tufaya getirdiğinizi falan düşünürseniz, bir bakmışsınız altta kalan siz olmuşsunuz.
Adana olayı işte tam bir derin devletçilik oynayanların başına ne geldiğini gösteren tipik bir olaydır.
Şimdi Ankara'nın istihbarat koridorlarında "silah yüklü TIR için kim uyuşturucu ihbarı yaptı" sorusuna cevap aranıyor.
Oooo o sorunun cevabını bulamazsınız ki. Türkiye'deki istihbarat örgütleri de olabilir, CİA da, Mossad da, KGB'de olabilir. Hatta İran veya Suriye istihbaratları bile olabilir.
Sonuçta iktidar Türkiye'nin menfaatleri için değil, kendi menfaati, iktidarda kalma süresini olabildiğince uzatabilmek için bölgede tehlikeli eylemlere gözü kara biçimde girişmeye çalışıyor.
Önce sınırımıza, sonra da ülkenin her tarafına yayılabilecek bir El Kaide tehlikesini desteklemek zaten nasıl Türkiye'nin yararına olabilir. Bugün yardım ettiğiniz, palazlandırdığınız, koruyup kolladığınız El Kaide, yarın Türkiye'nin başına dert olmayacaktır diyebilir misiniz?
Batı'nın korkusu ise daha başka. Onlar Pakistan'ın Peşaver bölgesine ve Afganistan'ın sarp dağlarına hapsettikleri El Kaide'nin Türkiye gibi Batı'ya açılan bir kapıda konuşlanmasından rahatsız. Bugün ölmek için Suriye'ye gelen teröristlerin, yarın Batı'ya sızmalarının ne kadar kolay olduğu bilinmeyen bir gerçek değil ki.
Neyse bu konuyu kapatalım artık. Ama bir notum daha var. Hani dün size "muhtemelen şu anda bine izleyenler arasında da gavatın ne anlama geldiğini bilmeyen pek çok kişi vardır" demiştim. Bu tahminimin ne kadar gerçek olduğunu bugün bazı gazetelerde haberleri okurken gördüm. Meğer dün Google kilitlenmiş. Çünkü tam 3 milyon kişi Google'a girerek "gavat nedir?" sorusunu yazmış. Bu nedenle Google bir süre devre dışı kalmış. Eee, herkes argo sözleri bilmek zorunda değil ki. Ama lafın argo olduğunu küfür olduğunu hepimiz biliriz de, tam anlamını bilmeyiz. İşte böyle valinin teki çıkıp da "gavaaaat" diye bağırınca hepimizin merakı depreşir. Neyse siz şanslısınız yine de, ben daha o gece gavatın anlamını söylemiştim de Google hazretlerine girmek zahmetinden kurtarmıştım sizleri. Şaka şaka.
Aslında daha başka argo kelimelerin de ne olduğunu tam olarak biliyor muyuz? Örneğin bir tarihlerde Rasim Adasal vardı. Psikiatri profesörü. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyilerinden biri olarak bilinir. Okullarda onun kitabı okutulur. İşte o kitapta bazı tanımlar vardır. Adasal bunların hastalık olduğunu söyler. Ne mi? Serseri. Bir de psikopat var. Psikopat serseri demektir. Ama serseri sözü argoda kullanılmaya başlanınca, bilimsel kitaplarda serseri lafı çıkmış yerine psikopat konmuş. Yine Adasal'ın kitabında maçlarda sıkça duyduğumuz bir sözcük vardır. Şimdi o kelimeyi burada tekrarlamak RTÜK'lük suç. Oysa o sözcük aslında psikiatri kitabında aynen geçiyor. Ama zaman içinde o sözcük halk arasında birbirine hakaret anlamında kullanılmaya başlayınca Türkçe tıp literatüründeki adı önce homoseksüel olmuş sonra da eşcinsel. Kadın için kullanılan kelime de aynı. O da aslında konunun bilimsel adı olarak geçiyor kitaplarda, sonra değişmiş.
Gavat da kitaplarda bilimsel isim olarak geçiyor bundan 50-60 yıl önce. Şimdi onun bilimsel adı nedir bilmiyorum.
Bu da ansiklopedik bilgi olmuş oldu.
Sevgili izleyiciler, bugün başbakan Erodoğan'ın Meclis Grup konuşması sırasında söylediği bazı sözleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Muhtemelen medyada başlık olarak pek görünmeyecektir ama bir zihniyeti ortaya koyması ve halk arasında ikilem yaratması açısından bana çok ilginç geldi.
Söz bir şekilde eğitime geliyor, Başbakan şöyle diyor; "Okulda çocuğun Kuran-i Kerim mi öğrensin istiyorsun, okulda seçmeli ders var. Öğrenmesini istemiyorsan da seçmezsin. Okulda çocuğun hazreti peygamberin hayatını öğrenmesini istiyorsan dersi seçersin, istemiyorsan seçmezsin."
Hesapta çok masum cümleler değil mi? Öyle ya, sana seçmeli ders verilmiş. İster seçersin ister seçmezsin.
Ama ses tonu, jest ve mimiklerle söylenince çok farklı oluyor. Bugün Anadolu'nun, niye Anadolu'nun diyorum ki, Türkiye'nin herhangi bir yerinde "Yani çocuğun Kuran'ı öğrensin istemiyorsan, seçmeli dersi almazsın" dediğiniz zaman herkesi tedirgin edersiniz. Çünkü bu masum gibi görünen cümle aslında bir tür mahalle baskısının tipik örneğidir. Şimdi bu tür bir söylemle karşılaşan hangi aile "Evet ben çocuğumun Kuran'ı öğrenmesini istemiyorum, hayır benim çocuğum Hazreti Muhammed'in hayatını öğrenmesin" der mi diyebilir mi?
İşte yeni eğitim sistemimiz bunun üzerine kuruldu. 4+4+4 dedikleri sistem bu. Toplumu din baskısı altında tutarak herkesin üzerinde manevi bir güç alanı kurmak ve böylece kindar dindar neslin yetişmesini sağlamak.
Hatırlayacaksınız, daha önceki sohbetlerimizde iktidarın, tabii özellikle Başbakan'ın her konuyu din bazlı ele aldığını buna yönelik muhalefetin de sanki din düşmanlığı yapılıyor gibi sunulduğunu ve bunun çok tehlikeli olduğunu anlatmıştım.
İşte bu sözler başbakanın tavrına en iyi örneklerden biridir. Masum gibi söylenen bu sözler aslında toplumda nasıl bir ayrılığa neden oluyor ve olacaktır herhalde farkındasınızdır.
Ama Başbakan bundan hiç vazgeçmediği gibi bunun dozunu da artırıyor sürekli.
Din istismarı her an ve her alanda yapılıyor. Dün Çankaya'da Muharrem Orucu için iftar verildi biliyorsunuz. Alevi yurttaşların en kutsal günlerinden biri. Örneğin Başbakan burada da yine dini temel alan ve çok masum gibi görünen sözler söyledi. Doğacak torununun adının Ali olacağını ilan etti. Böylelikle Alevi yurttaşların gönlünü kazanmayı düşünüyor herhalde. Bugün de Meclis konuşmasında uzun uzun söz etti bu konudan. Bilmiyorum bu kadar basit midir? Yani "Torunun adı Ali olacak" deyince bütün Aleviler "Helal olsun Başbakana, bize ne kadar da yakın" mı diyecekler.
Onlar demeyecekler ama, diğer vatandaşlar Başbakan'ı tüm inançlara saygılı, demokrasiye çok bağlı gibi zannedecekler.
Oysa sorunlar söylemlerle çözülecek olsa, işimiz ne kadar kolay değil mi? Bir yandan Üçüncü Boğaz Köprüsü'nün adını Yavuz Sultan Selim koyarak tüm Alevi vatandaşları rencide edeceksin sonra da torunun adının Ali olacağını duyurarak tepkileri azaltacağını sanacaksın.
Siyaset böyle mi olmalı? Her lafa besmele ile başlayıp, Allah'ın izniyle deyince gerçekten çok inandırıcı oluyor mu insanlar. Son günlerde sadece AKP'den değil, ortaya çıkmaya başlayan ve Başbakanlığa soyunan başkalarından da duyuyoruz bunları.
Ne kadar muhafazakâr olduklarını önce Amerikalılara kanıtlamak isteyen, cemaatleri, tarikatları öve öve göklere çıkaranlara rastlıyoruz son günlerde.
Gerçekten inandırıcı oluyor mu? Örneğin oyunu tamamen dinsel nedenlerle AKP'ye veren vatandaşlar "Vay canına bu da çok inançlıymış, muhafazakârmış" diyerek oy tercihlerini sırf bu nedenle değiştirir mi?
Bakın bir şey söyleyeyim mi? Bu millet aptal değil ki. Ayrıca çok inanarak söylüyorum, bu ülkede herkes birbirini bilir. Öyle parlak laflar, dinsel sözler, muhafazakârlık numaralarını aklı başında kimse yemez. İnsanların birbirlerinin gözlerinin içine bakarak her şeyi anlar. Gidin bir camiye, oradaki cemaat kimin kim olduğunu çok iyi bilir. Bilir ki yanında birlikte secdeye geldiği kişi CHP'lidir, bir diğeri MHP'lidir, öteki Kürt'tür, berideki Çerkes'tir. Siz onu kandıramazsınız. Kimse kimseye dinsiz, inançsız diye bakmaz. Onlar siyasette vardır. Ve siyasetçi halkı kandırdığını zanneder. Oysa o halk neyin ne olduğunu bildiğinden gülüp geçer.
Haaa, peki oyunu niye başka türlü kullanır. Onun da çeşitli nedenleri var. Bugüne kadar AKP'ye oy vermek işine geliyor ondandır. Ama hergün daha net görüyorum ki artık bu tercih bitiyor. Artık kimse lafa bakmıyor. "Ben çok muhafazakârım ha" diyene gülüyor. Onlar insanların gözlerinin içine bakıyor. "Ne kadar samimi" diye tartıyor. "Ahlaklı mı, namuslu mu, dürüst mü" diye düşünüyor. Ne kadar çaba harcarsanız harcayın "Ben çok Müslümanım, en inançlı benim, biliyor musunuz benim ailem ne biçim muhafazakârdır" demekle bir yere varılmaz. Birileri "Helal olsun, muhafazakârlığın da iyi prim yapacak, artık kimse seni tutamaz" falan diye gaza getirir hepsi o kadar. Sonu hüsrandır.
Sevgili izleyiciler, son bir konum var. Ayrıca bununla ilgili küçük bir de açıklamam olacak. Biliyorsunuz önümüzdeki günlerde Başbakan Diyarbakır'a gideceğini söyledi. Her zaman gider elbette ama bu kez farklı. Çünkü Başbakan Diyarbakır'da Kuzey Irak'taki Kürt bölgesinin lideri Mesut Barzani ile bir araya gelecek. Kaynağı dışarıda olan bir planın son aşamasına doğru hızla gidiyoruz. Şimdi bu buluşmanın ne anlama geldiğini gözlerden ırak tutmak için işin içine magazin boyutu soktular. Başbakan yanında İbrahim Tatlıses'i de götürüyor. Ayrıca çok uzun yıllardır Türkiye dışında yaşayan Kürt şarkıcı Şivan Perver de Diyarbakır'a gelecek ve iki sanatçı karşılıklı türkü söyleyecekler düet yapacaklar.
Çok güzel, buna bir şey söylemem mümkün değil. Ama diyorum ki, bu yolla işi magazinleştirerek asıl amaç yine gizli tutulacak.
Yarın sizlere Kürt sorununun çözümünde bir türlü dile getirilmeyen asıl amacı biraz da tarihsel bilgilere dayanarak anlatmak istiyorum. Konu biraz teknik ve anlatması da zor. Ama elimden geldiğince, olabildiğine sadeleştirerek neden bir Kürt devleti kurulmak istendiğini, Türkiye'nin bundaki rolünü, Birleşmiş Milletler'in bu olaylardaki etkisini anlatacağım. Bugünden söyleyeyim istedim.
Evet, bu akşam da bu kadar. Az sonra Ümit Zileli Ana haberler'le karşınızda olacak. Yarın akşam aynı saatte görüşmek üzere hepinize iyi akşamlar dilerim, hoşçakalın.