Güneydoğu'da neler oluyor?

Soner Polat Yazar ulusalkanaliletisim@gmail.com

İnsanlar içinde bulundukları mutluluğu kaybettikleri zaman anlarlarmış. Güneydoğu’daki gelişmeler ne ortalama bir Türk insanı ne de orada yaşayan vatandaşlarımız açısından hiç de iç açıcı değil. Batı başkentlerinde yapılan plânlar birer birer uygulamaya konuyor. Bu plânların sonucunda sadece, kan, gözyaşı, acı ve sefalet var!

Batı uzun erimli stratejik çıkarlarını, AKP’nin kısa dönemli taktik çıkarları ile birleştirdi. AKP, “Bak ne güzel oy topluyorsun!” tuzağına düşürülerek, sessiz, derin ve sinsi oyunlarla bölücü temalar taşıyan açılım bataklığına sürüklendi. AKP, art arda seçim zaferleri ile güçlendikçe, devletin anayasal kurumlarını da bu bataklığın içine çekti. Ergenekon ve Balyoz davaları ile de Anayasal kurumlar üzerindeki baskı en üst düzeye çıkarıldı.

Ortaya öylesine karamsar bir tablo çıktı ki, bu tehlikeli sel, Cumhuriyet’i kuran parti olarak bu tür girişimlere cepheden karşı çıkması ve set çekmesi beklenen Cumhuriyet Halk Partisi’ni bile önüne katarak sürüklemeye başladı.Ulusal Kanal’da birlikte bir programa katıldığım CHP milletvekili Sayın Dilek Akagün Yılmaz, kendi partisinin genel politikasına rağmen, bu konudaki özgün düşüncelerini son kerte açık ve yalın bir dille kamuoyu ile paylaştı. Sayın Yılmaz programda, Meclis’ten geçirilen ve açılım sürecini yasal bir zemine dayandıran yasa tasarısının doğasındaki yıkıcı ve bölücü öğeleri, hem hukukçu kimliği hem de yurtsever bir aydın duyarlılığı ile deşifre etti.

Dünyanın en büyük baroları arsında yer alan İstanbul Barosu, tasarının Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez ilk üç maddesi ile bu hususu hüküm altına alan 4’üncü maddesi ve aynı zamanda 6, 11, 87, 174 ve 175’inci maddelerine açıkça aykırı olduğunu vurguladı.

Seçimlerde, özellikle devletin kaderini belirleyecek Cumhurbaşkanlığı seçiminde kilit bir konumda olduğunu düşünen Kürtçü partiler, mevcut oy potansiyellerini devletten ödün koparmak için adeta bir at pazarlığına dönüştürdü. Modern Türkiye tarihinde ilk kez seçimde kazanılacak birkaç oy için devletin birlik, dirlik ve bütünlüğünden tavizler verildi.

İktidar partisinin yanı sıra maalesef Ana Muhalefet Partisi de bu tehlikeli sulara yelken açtı. Bütünüyle etnik, şoven milliyetçi, bölücü ve yerel temalarla politika yapan ve buna rağmen demokrasi sözcüğünü diline pelesenk eden bölücü partiler hedeflerine ulaşmak için hayal bile edemeyecekleri dikensiz bir gül bahçesi buldular.

Hatırlanacağı üzere, Ulusal Kanaltarihi bir görev yaparak, Aralık 2013’te kanlı terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın gerçek yüzünü, hem de kendi ses ve doğal mimikleri ile tüm dünyaya göstermişti.O dönemde bölücü kesimlerde bir panik havası gözlenirken, Meclis’teki partiler kuzuların sessizliğine bürünmüştü. Meclis’in kayıtsızlığı bizi bugünlere, en kritik dönemde devreye sokulan açılım yasalarına getirdi. Ülkesini seven her yurttaş, “Bu koca koca partiler o dönemde niçin suskun kaldı?” sorusuna cevap aramalıdır!

Bir parti liderinin bu görüntüler üzerine, “Siz 15 ay hücrede kalın, bakalım hiç bir değeriniz kalıyor mu?” mealindeki ibretlik sözleri de oldukça ilginç ve dikkat çekici. Demek ki konforlu hücreler (!) bile bu yakadaki insanların değerlerine sadık kalmalarını sağlayamıyor!

ABD ve AB, henüz istedikleri noktaya ulaşamadıklarını değerlendirerek, AKP’den gaza basmasını istiyorlar. Emperyalizmin plânlarını bilen PKK liderlerinden Cemil Bayık, belki de CHP’ye güvenerek “Erdoğan olsa da olmasa da çözüm süreci devam eder” demişti. Eski DEP Genel Başkanı Hatip Dicle ise daha da ileri giderek, “Tek silah patlarsa Erdoğan yerinde kalamaz, Yüce Divan’a kadar gider; yanında sadece biz Kürtler kaldık! (Cumhuriyet, 1 Şubat 2014)” sözleriyle, Başbakan’ı açıkça tehdit edebilmişti!

Güneydoğu 2001 yılında barışa koşuyordu. PKK’nın etkinliği minimum düzeydeydi ve gittikçe etkisi daha da azalıyordu. Şimdiki manzara-i umumiye özetle şöyle:

PKK’nın artan baskı ve denetimi sonucunda, devlete sadık korucular taraf değiştirmeye başladı.

PKK, kendi özel vergi toplama teşkilatı da dâhil, bölgede alternatif bir yönetim tesis etti.

PKK’dan onay almayan bir kişinin herhangi bir faaliyette bulunması kahramanlıkla eş değer hale geldi.

TSK, nefsi müdafaa kapsamında PKK’ya silahla karşılık verdiğini sitesinden duyurdu ve Hasip Kaplan’dan özür diledi!

PKK’nın şehirlerarası yolları saatlerce kesmesi, asker sivil demeden yurttaşlarımızı kaçırması, Türk bayrağını hem de askeri birlikler içinde indirmesi vakayı adiye haline geldi.

PKK ile mücadelede inisiyatif vali ve vali yardımcılarına bırakıldı.

Dışarıda bağımsız Kürdistan sürecine koşut olarak içeride özerk kuzey Kürdistan süreci, sözde değil özde çeşitli oluşum ve eylemlerle başlatıldı.

Lafı hiç eğip bükmeden söyleyelim. Güneydoğu’da devlet otoritesi fiilen kaybolmuştur.Etnik bölücülüğe ilgi duymayan, uzak duran, karşı çıkan vatandaşlar bile, devletin alanı boşaltması nedeniyle, dolaylı olarak PKK’ya doğru itilmiştir. İzlenen sorumsuzca politikalar, “PKK’nın Güneydoğu bölgesindeki vatandaşlarımızın tek ve meşru temsilcisi olarak görülebileceği” bir algı yaratmıştır.

A Partisi ya da B Partisi seçimlerde daha fazla oy devşirecek diye, ülkemizin bölünmesine ve hayati çıkarlarımızın paspas edilmesine razı olamayız.Devlet, Anayasa ve yasalardan kaynaklanan otoritesini kullanmalı, bölücülerin şiddet içeren yıkıcı ve bölücü eylemlerini sineye çekmemelidir.Sanki üzerlerine ölü toprağı serpilmiş Anayasal kurumlar, bu eli kana bulaşmış terör örgütüne karşı göstermiş oldukları hoşgörülü tutuma son vererek, çok geç olmadan harekete geçmelidir.

İz bırakan bir düşünce insanı olan Fransız sosyolog ve filozof Raymond Aron’un (1905-1983), “Demokrasi ve Totalitarizm” isimli eserindeki şu sözlerine kulak verelim: “Demokratik rejimlerin devletler ve milletlerin birliğini yaratmak gibi bir fonksiyonu yoktur. Dil, din, etnik birliği olmayan ve vasıflı yöneticiye sahip bulunmayan bir demokrasi ülkeyi parçalar!”

Her devletin birinci görevi, birlik ve bütünlüğünü korumak, varlığını devam ettirmektir. Ünlü İngiliz doğa bilimci Charles Darwin’in(1809-1882), 1859 yılında yayımladığı “Türlerin Kökeni (Origin of Species)” adlı eserinde incelediği “doğal seçim ya da elemeyi (natural selection)” esas alan Organik Evrim Teorisi, devletler için de geçerlidir.

Buna göre, en güçlü değil, çevre koşullarına en çok uyum sağlayabilen hayatta kalır ve geleceğe uzanır. Çok güçlü bir devlet, gücünün ötesinde hedefler belirlerse ya da gücünün farkında olmazsa ya da tuzağa düşürülürse, yani ortam koşullarına uygun davranmazsa yıkılır. Fiziki güç, akıl kudreti ve ruhsal güç ile bütünleşirse bir anlam ifade eder.

Tehlike giderek büyüyor. Sorun kısır siyasi polemiklerle çözülemeyecek kadar keskin bir boyut kazandı. Millet olarak ağırlığımızı koyamazsak, bir ateş tüneline gireriz. Meselenin sadece Güneydoğu ile sınırlı olduğunun düşünenler yanılır!

Tek bir kıvılcım yalnızca Güneydoğu’yu değil,tüm Türkiye’yi kanlı bir nefret sarmalına sokar.Ünlü düşünür Stefan Zweig’ın(1881-1942) şu anlamlı sözlerini unutmayalım: “Ülke kargaşaya düştüğünde, ruh inzivaya çekilse de huzur bulamaz!”

Türkiye, jeopolitik olarak en hassas ve kırılgan bir durum olan “iç hat” konumundaki bir ülkedir. Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizle birlikte, sınırlı ölçüde jeopolitik bütünlük sağlayabiliyoruz. O bölgedeki jeopolitik fay hatları, Türkiye’nin bekasını sarsacak risk unsurları taşımaktadır. Tetikte olmalıyız! Aman dikkat!

Soner Polat

ulusalkanal.com.tr

Tüm yazılarını göster