CFR üyesi Stephen Larrabee: Türkiye Çin'den silah almayacak!

Soner Polat Yazar ulusalkanaliletisim@gmail.com

Aydınlık gazetesi 1 Eylül 2014 günü ilginç bir mülakat yayımladı. Dış İlişkiler Konsey’i olarak tanımlayabileceğimiz, Council on Foreign Affairs (CFR) üyesi Larrabee, ülkemizi yakından ilgilendiren çeşitli konulardaki görüşlerini açık yüreklilikle gazetenin okuyucuları ile paylaştı. CFR, yabana atılabilecek bir kuruluş değil! ABD’nin dış politikası ile ilgili tüm kararlar bu Konsey’de alınır. Başkan, Kongre ve Senato, sadece alınan bu kararları kitabına uydurur; diğer bir ifade ile yasal bir kılıf hazırlarlar! ABD seçimlerinde iki başkan adayı da ya CFR üyesidir ya da onun rahle-i tedrisinden geçmiştir.

CFR’dan kısaca söz edelim. Kuruluşuna Birinci Dünya Savaşı sırasında karar verilir. Başkan Woodrow Wilson (1856-1924) ve Güvenlik Danışmanı Albay Edward House (1858-1938) kilit rol oynarlar. Albay House, 1912 yılında yazdığı bir kitapta (Administrator), şimdiki ABD Merkez Bankası’nın (Federal Rezerve Bank) kurulmasını ve ABD için iki partili sistemi önerir. Wilson’a önerdiği Milletler Cemiyeti’ni Senato onaylamaz. Bunun üzerine Alb House, dünya olaylarını yönlendirmek ve dış politikayı denetim altında tutmak için ABD ve İngiltere’de birer şubesi olan “Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nü” kurar. ABD şubesi 1921 yılında CFR adını alır.

Açık kaynak kapsamında olan stratejik yayınlarda, her ülkenin askeri gücü ile bilgiler detaylı olarak yer alır. Bir ülkenin asker, tank, top, gemi, uçak, füze sayısı gibi bilgilere kolaylıkla ulaşabiliriz. Bu bilgiler analiz edilerek, çeşitli devletlerin askeri gücü hakkında değerlendirmeler yapılır. Ancak konunun uzmanları, askeri gücün gerçek değerine ulaşmak için birinci sıraya ilgili ülkenin ulusal savunma sanayi yetkinliğini koyarlar. Çünkü bilirler ki taşıma su ile değirmen dönmez! Uzun süreli bir yıpratma harbini, silah ve cephane olarak dışa bağımlı olan, eninde sonunda kaybeder. Saddam’ın ordusu dünyadaki dördüncü büyük silahlı kuvvetti ama özgün değildi; her yönü ile dışarıya bağımlıydı; birkaç günde çöktü!

Türkiye, aslında çok da büyük teknoloji gerektirmeyen özgün bir otomobil yaratamadı. Kendilerini dev aynasında görenler, yabancı şirketlerin acentalığını yapıyorlar. Caddelerimizi Alman, Japon, Fransız, Güney Kore, Amerikan, İtalyan, İsveç araçları işgal etmiş durumda! Ama Türk Deniz Kuvvetleri, otomobil teknolojisi ile kıyas bile kabul etmeyen, tam 12 farklı yüksek teknolojik alanda uzmanlık gerektiren büyük savaş gemisi inşa etmeyi başardı. Hem de bütünüyle kendi planlamacıları, mühendisleri, işçileri ve tersanesi ile. Milli Gemimiz (MİLGEM) gururla dünya denizlerinde bayrağımızı dalgalandırıyor. Şimdi de firmalar bütünüyle Deniz Kuvvetlerine ait bir eseri devam ettirmek için kıyasıya yarışıyorlar. Çünkü “armut piş ağzıma düş” misali artık her şey hazır! Bedeli Deniz Kuvvetleri ödedi, hasadı anlı şanlı firmalar toplayacak!

Sakın, Deniz Kuvvetlerine yönelik tertip davaları (Balyoz, Poyrazköy, Askeri Casusluk vb.) bu olaylardan bağımsız düşünmeyin! Ne demiştik? Gerçek savunma uzmanları, bir ülkenin görünen gücüne değil, o gücü özgün olarak yaratabilme potansiyeline bakarak değerlendirme yaparlar. İşte düşman, kalbimize, yani ulusal savunma teknolojisi oluşturabilme yeteneğimize saldırmıştır. Onlarca amiral, albay, yarbay, mühendis subay ve hatta HAVELSAN Genel Müdürü’nün bile tutuklanması bu kapsamda düşünülmelidir.

Şimdi hayatın gerçekleri ile yüzleşelim.

Bir ülkenin savunma sanayi alanındaki tüm ihtiyaçlarını kendi olanakları ile karşılaması mümkün değildir. Bu durum ABD ve Rusya için de geçerlidir. Rusya, Fransa’dan helikopter taşıma kapasiteli havuzlu çıkarma gemisi alma aşamasındadır. ABD, İsveç’ten muhtelif füzeler almıştır. Bu konuda ulusal hedef, millilik oranını mümkün olduğu kadar yukarıya çekmek olmalıdır. Bu oran ne kadar yukarı çekilirse, ülkenin ekonomisine katkı o oranda çok olur. Ayrıca kritik askeri teknoloji kapsamına giren kripto, tanıma/tanıtma cihazları gibi askeri materyal mutlaka ama mutlaka milli olmalıdır! Aksi halde karşımız ağır bir fatura çıkar.

Demek ki askeri teçhizat ithalatı kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu durumda kendimizi garantiye almanın bir yolu da dış kaynaklarımızı çeşitlendirmektir.Eğer, bütün savunma ihtiyaçlarınızı bir ülkeden karşılarsanız, kendinizi önemli ölçüde bağlamış ve hareket alanınızı daraltmış olursunuz. Satış yapan ülke bir kriz durumunda, karşı tarafı destekliyorsa, en hafif deyimle, kritik bir duruma düşmüş olursunuz.

Silah pazarını büyük ölçüde denetim altına alan Batı’nın bulduğu, kendileri açısından altın değerinde bir sözcük vardır: “Interoperatibility (karşılıklı çalışabilirlik)” Derler ki “eğer, bizim kulübe gelecekseniz, silah ve cihazlarınızın bizim sistemlerle uyumlu olması gerekir!” Kısaca, kardeşim bizden alacaksınız!NATO’ya giren Doğu Avrupa ülkelerinin, neredeyse bütün askeri cihazlarını çöpe attırdılar!

Türkiye’nin Çin’den füze alma girişimi, kimse farkında olmasa da Batı’nın bu tekelini kırma yönünde önemli bir adımdı. Ayrıca, siyasi bir anlam da taşıyordu. Bu nedenle, NATO Genel Sekreteri Rasmussen de dâhil, Batı topyekûn bir saldırıya geçti. Kuklaları perde gerisinden görünmez iplerle oynatan CFR, maçın sonucunu şimdiden ilan etti: “Türkiye Çin’den silah almayacak!” Şuraya yazıyorum, “interoperatibility” diyecekler, “demedi” demeyin!

Amiral Soner Polat

ulusalkanal.com.tr

Tüm yazılarını göster