Türkiye, ekonomik anlamda bir labirentin içinde koybolmuş görüntü veriyor. Her köşede başarılar kazandığını ve artık çıkış yolunun yakın olduğu düşüncesine kapılıyor.
Cumhuriyet ekonomisinin inşasında elde edilen başarının ardından, adım adım yıllar içinde bu labirentin bir yerlerinde kaybolmaya devam ediyoruz. Günlük gelişmeler karşısında, yine günübirlik sevinçler ya da üzüntüler yaşıyoruz.
İktisadi tüm açmazlarımıza karşılık, gerçekleri reddedip, bunları tartışmak yerine kendimizi bir dev aynasında görmeye ya da çaresizliğimize yakınmaya devam ediyoruz. Duyguları uçlarda yaşamak ise sanırım çok da sağlıklı bir ruh hali göstergesi değil.
Mesela Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Bülent Gedikli, son olarak sanayi üretimindeki bir endeksten yola çıkıp, üretim çarklarının hızlı dönmeye başladığını söyledi. Elbette ki neyle sorusunun yanıtı yok.
Daha garibi açıklamasında bu halimizle dünyadaki korumacılık karşısında, Türkiye’nin fırsat yakaladığını düşünecek kadar gerçekçilikten uzak. Bülent Gedikli’nin atladığı bir nokta var.
Korumacılıkta ülkeler kendi pazarlarını korur, diğerlerine saldırırlar. İç piyasasını finanstan rafa tamamen tesim etmiş bir ülkenin ekonomi kurmayının, hiçbir şey yapmadan bunu söylemesi ise bence tam bir akıl tutulması.
Dış ticaret verilerine bakıyorsunuz, mal sattıkça ithalat baskısının arttığına şahit oluyorsunuz. Ne yazık ki kimse bunu sorgulamıyor bile… Oysa ihracatta da, ithalatta da başı ara mallar ve hammadde grubu çekiyor.
Demek ki biz, türev ürün oluşturamadan ham verip, ara malı olmuş halini alıyoruz. Bazı kalemlerde de direkt ara malı ve hammadde ithal ediyoruz. Neden? Üretmek için… Bu sadece elinde ne var ne yok bilmeyen ve rastgele üretim yapan bir ülkenin vereceği fotoğraftır. Envanter diye yırtınmamızın sebebi de bu.
Enfazla ihracat ve ithalat yaptığımız Almanya ile kavgalıyız, ama bugün stratejiden uzak yaklaştığımız Çin ve Rusya’dan da en çok ithalatı yapıyoruz. İlişkilerde ve stratejilerde denge kurmadan bu yapıyı kırarsak, ortaya bugünden farklı bir tablo çıkmayacağının en açık kanıtı da bu.
İhracatta ödeme şekillerine bakalım. “2017 yılı Ağustos ayında ihracatta tercih edilen ödeme şekillerine bakıldığında; en çok ihracat ‘Mal Mukabili Ödeme’ (8 milyar 840 milyon dolar) ile yapılırken, bu ödeme şeklini ‘Peşin Ödeme’ (1 milyar 984 milyon dolar) ve ‘Vesaik Mukabili Ödeme’ (1 milyar 469 milyon dolar) takip etti.2017 yılı Ağustos ayında ithalatta tercih edilen ödeme şekillerine bakıldığında; en çok ithalat ‘Mal Mukabili Ödeme’ (8 milyar 341 milyon dolar) ile yapılırken, bu ödeme şeklini ‘Peşin Ödeme’ (6 milyar 762 milyon dolar) ve ‘Bedelsiz’ (1 milyar 81 milyon dolar) takip etti.”
Bu tablonun açık vermesinden daha doğal ne olabilir? Katma değerli ürün satmadığımız gibi, ödeme tablomuz da problemli. Bu ara dolar/avro paritesi nedeniyle nefes alan bir ihracatçımız var. Peki gerçek ne? Onun da yanıtını Türkiye Moda ve Hazır Giyim Federasyonu Başkanı Hüseyin Öztürk Dünya Gazetesi’ndeki röportajında veriyor:
“Avrupalı büyük alıcıların, hazır giyim ve tekstilde fiyat baskısı sektörü zorluyor. Aynı zamanda Avrupalılar, Balkanlar başta olmak üzere bazı yerlerde Türkiye'ye alternatif üretim bölgesi oluşturmak istiyor.”
Yani alıcı da ayakta uyumuyor. Üstelik dış ticaret penceresinde baktığımızda en çok gelir getiren, artı veren sektörde bile… Ayrıca Federasyon çok uzun zamandır standart üretimlerin Anadolu’ya yayılması için mücadele veriyor. Yetkililerden soran var mı? Şüpheliyim…
Şimdi baştaki soruya tekrar dönersek... Türkiye labirentteki peynir mi, fare mi? Savunma mekanizmasıyla herkesin yenilen değil, yiyen olmak isteyeceğine eminim. Fakat sorarım size, esaret açısından fare ile peynir arasında fark var mı?
Eğer akla ve bilime dayanmazsak, uzmanların görüşlerine değer vermezsek, ‘her şeyi bildiği iddia edenlerin’ bu gölge oyunundan kurtulamazsak, labirentin başında o deneyi yapan, süreci yönlendiren olamayız. O zaman da günün sonunda fare ya da peynir olmanın hiçbir farkı kalmaz.
Çetin Ünsalan