Demokratlığı dillerine pelesenk edenler ne kadar demokrat!

Soner Polat Yazar ulusalkanaliletisim@gmail.com

Başbakan’ın çantasını taşıyan bakanları gördük. Hatta bazı bakanların tokat yediği bile iddia edildi. Siyasi makamların telkin ve tavsiyeleri ile işlerinden olan onlarca gazeteci, başlarından geçen ibretlik olayları kitaplaştırdı. Gazeteci yazar Mustafa Mutlu gibi onur abidesi bir aydına, “Güzel kardeşim, bak ben de baskı altındayım, sen de dön biraz!” diyen, köşeye sıkıştırılan gazete patronları gördük.

Neticede, “Ne yapalım, iktidarda olanların çeşitli baskı ve caydırma mekanizmaları var, güç ellerinde” derken, birdenbire karşımıza Majestelerinin Muhalefeti çıktı. Her vesile ile ne kadar demokrat (!), ne kadar hukuka bağlı (!), insan haklarına ne kadar saygılı (!) olduğu ileri sürenler, Nihat Genç, Hulki Cevizoğlu gibi topluma mal olmuş, değerli gazeteci ve yazarları, denetim altında tuttukları basın ve yayın organlarından, hadi kibar bir ifade kullanalım, “uzaklaştırmaya” başladılar! Ancak tüm bunları yapanlar, dillerinden demokrasi sözcüğünü düşürmediler!

Hani siz, “fikir ve ifade özgürlüğüne”, “insanların hak ve hukukuna”, “düşüncelerin serbestçe dolaşımına” yürekten bağlıydınız! Uzak yakın demeden Amerika’yı, Avrupa’yı karış karış dolaşarak, AKP’nin Türkiye’yi bir “gazeteci hapishanesine” dönüştürdüğünü, bel bağladınız çevrelere anlatmaya çalışıyordunuz!

Özellikle AKP ve zaman zaman CHP, Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarındaki yönetim felsefesini anti demokratik olarak yorumlamaya bayılıyorlar. Zamanın ruhunu hiç dikkate almadan, o dönemdeki faşist ve sosyalist partilerin estirdiği rüzgârları görmeden, ekonomik krizlerle çalkalanan dünyanın büyük bir hesaplaşmaya doğru gittiğini anlamadan sığ ve tabanı olmayan değerlendirmeler yapıyorlar. İki ayyaş (!) şokunu atlatmadan, şimdi de CHP, derin entelektüel birikimi (!) ile altı oku yeniden yorumlama telaşına girdi.

Peki, o beğenmediğiniz, sizin ileri demokrasi (!) kalıplarına sokmadığınız dönemden kısa bir kesit sunalım:

Dr. Reşit Galip, Dolmabahçe’de verilen resmi yemek boyunca, durmaksızın Milli Eğitim Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’u ağır şekilde eleştirmektedir. Atatürk, gerilimi düşürmek için müdahale eder: “Reşit Bey, yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin!” Atatürk, nazik bir şekilde masadan kalkmasını ima etmektedir. Mesajı alan Dr. Reşit Galip’in cevabı oldukça düşündürücüdür: “Burası sizin değil, milletin sofrası. Oturmak benim de hakkım!”

Atatürk’ün ne yaptığını merak ettiniz değil mi? Birkaç hafta sonra Dr. Reşit Galip, Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilir. İşte çok bilenlerin (!) “demokrasi yoktu” dedikleri dönemde bu tür olaylar yaşanıyordu. Reşit Galip Bey, medrese geleneğinin köklerini kazıyarak üniversiteleri, gerçek anlamda üniversite yapan bakandır. Öldüğünde, cebinde sadece 5 TL bulunmuştu. O dönemlerde ayakkabı kutularına ihtiyaç duyulmuyordu!

Elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin! Benzer bir durum bu dönemde, artist ve şarkıcıların (!) Sulukule’ye çevirdiği Dolmabahçe sarayında geçseydi ne olurdu?

Söyleyen bakan bile olsa, “tokatı yerdi!” demeyeceğim ama herhalde, en azından düz milletvekili olarak görevine devam ederdi.

Tek parti döneminde, Meclis’teki Lozan, Musul gibi konulardaki tartışmaların tutanaklarına ve hatta daha önemsiz konulardaki tutanaklara fırsatınız olursa göz atın. Muhalif vekillerin fikirlerini nasıl cesurca, zengin bir içerik ve edebi bir üslupla dile getirdiğini göreceksiniz. Musul oylamasına milletvekillerinin neredeyse yarısının, protesto mahiyetinde katılmadığını biliyor musunuz? Okudukça bir zamanlar, “bizim Meclisimizde de vekillerimiz varmış!” diyeceksiniz.

Günümüzde mi neler oluyor? Mustafa Sarıgül İstanbul Belediye Başkanı adayı yapılırken, CHP’li vekillere mi soruldu? Peki, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun çatı aday olacağını bilen bir CHP mebusu var mıydı? AKP milletvekilleri, bağımsız ve hür iradeleri ile hareket edebilmiş olsaydı, Davutoğlu’na başbakanlık yolu açılabilir miydi? Sizin de aklınıza, “vekillerimizin kıymet-i harbiyesi nedir!” düşüncesi gelmiyor mu?

Her partideki parti içi kaymak görevleri, milletvekillerini, beldelere kadar belediye başkanlarını genel başkanlar belirlemiyor mu? Parti içi demokrasiyi çalıştıracak kanunlar niçin bir türlü Meclis’ten geçirilmiyor. Kendi partilerinde demokrasiyi işletmeyenlerin, Türkiye’deki demokrasinin seviyesini yükseltebileceğini inandırıcı buluyor musunuz? “Benim yakın çevremde demokrasi olmasın ama ülke genelinde demokrasi olsun!” düşüncesi, sizce ortaya bir tutarlılık koyuyor mu? Belirli iç ve dış çevrelere dayanarak, bir küçük grubun her şeye karar verdiği rejimin adına demokrasi mi deniliyor?

Sizleri bilemem ama ben şu ileri demokrasiden (!) hiçbir şey anlamadım! Gazeteci yazar Banu Avar, “Kaçın demokrasi geliyor!” diyordu. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kadar demokrasiyi bile özlüyorum…

Amiral Soner Polat

ulusalkanal.com.tr

Tüm yazılarını göster