Deniz kenarında yalnız otururken. Bir göz kırpması - saatler geçmiş. Deniz durmadan anlatırken eller kumu tarıyor. Kum tanecikleri ve taşlar parmakların arasında süzülürken, yaratılışın sonsuzluğu ve tükenmez çeşitliliği bir insan avucunun içine dolup akıyor. Toprak, gök ve deniz eşiğinde güneşin ısısıyla dünya ile sevişir gibi hal...
Bir buluşum. Kendi içinde bitmeyen ayrı ayrı dünyaların bir anlık kaynaşımı: bütünlük. Ve onu duyabilen insan. O insan bütünleşir o anda var olmanın, yaşamanın ta kendisiyle. Zamanlar üstü bir akış sarıverir onu, bir tutkuya dönüşür ve bir daha bırakmaz onu...
Bazen de insanlar göremez olurlar. Yaşadıkları zamana, çevreye ve koşullara aykırı olduğu için göz önünde duranı dahi göremez hale gelirler. Korkanlar olabilir, bildikleri ve bağlı oldukları her şeyin bir anda sarsılabileceğini hissettikleri an, görebilseler dahi, bilinçli olarak görmekten vazgeçerler. Görmezden gelenler görmeden giderler. Ve gittikleri yol, hangi yol olursa olsun, er ya da geç tıkanmaya mahkûm kalır…
Ancak cesaret, bilgi ve tutkunun kaynaştığı bir zeminde yepyeni kapıları açacak yaratıcı bir ruh ortaya çıkar. Yeni ufuklara işaret eden bir çağrı gibi, tüm karşılaştığı zorlukları yılmadan aşabilecek bir güç ile büyük inanç ve coşkuyla bağlandığı bir fikrin peşine doğru iter bizi o ruh.
Eğer ki genç bir araştırmacıya dokunursa o ruh? Neler olabilir? O ruh, bugüne kadar derinlerine inilmemiş, hatta görmezden gelinmiş bir fikrin, bir yolun kıvılcımını yakarsa o genç araştırmacıda, işte o zaman insanlığa yepyeni olasılıklar ve alanlar yaratabilecek, insanlığı ileriye taşıyacak sorular ve cevaplar üretecek yeni koşullar oluşabilir.
Bilimsel düzeyde, henüz kurulamamış veya kaybedilmiş bağlantıları keşfetmeye veya yeniden kurmaya yönelik bir ilham kaynağı, bir başlangıç olma girişimi doğar. Eski dünyaları tarihin tozundan kurtararak, geleceğe ışık tutacak, daha gerçekçi, daha saf duyuşlu, doğrunun doğrusu yeni anlatımların temeli atılır. İleride insanlara bilimsel temellere dayalı yeni bakış açıları sunarak zihinleri zenginleştirecek, insanları yeniden aydınlatacak birikimlerin zemini oluşmaya başlar. Ezberleri aşan, kendi özünü ve insanlıkla olan bağı çok daha derinden kavrama yeteneğini oluşturmayı hedefleyen, gelecekte doğayla barışık olmak mecburiyetinde olan bir insanlığa önemli manevi katkılar sağlayacak, bilimi inançla, ilericiliği gelenekçilikle, öz’e sahip çıkmayı bütünleşme fikriyle barıştıracak çağdaş bir yaklaşımın ilk filizleri görünmeye başlar.
Çağıl Çayır, Kölnlü bir genç Türk araştırmacı tarihçi. Köln Üniversitesi’nde okuduğu sıra şunu anlıyor: Günümüze dek devamlılığını ve etkisini koruyan, halkların birbirinden koparılışına dayalı anlatım ve anlayışların, bulunduğu akademik çevrelerde tamamen hakim olduğunu. Ancak Çağıl, bu kesinmiş gibi kabul görülen anlayışın, tarihsel süreçlere bütünlükle bakılıp nesnel veriler ele alındığında, sorgulanması gerektiğini saptıyor. Çünkü ortaçağ ve öncesinde Avrupalıların Türklere bakışlarının ortaçağ sonrasından bir hayli farklı olduğunu görüyor. Önemli, mutlaka üzerine gidilmesi gereken, mevcut anlayışın ve anlatımın önemli çelişmelerine işaret eden bulguların yüz yıldan uzun bir süredir görmezden gelindiğini fark ediyor. Ve esasen suni ideolojik ve dini ayrıştırılma ile gerçekleşen halkların bu koparılışının, tam olarak Osmanlı’nın İstanbul’u fethedişiyle ortaya çıktığını tespit ediyor. Bu tezi destekleyen bir sürü ipuçlarına rastlıyor. Ve araştırmaya başlıyor. Üniversite içinde pek destek göremese de kimse onun ortaya koyduğu ve tartışmaya açtığı tezleri ilk başta ciddiye almasa da, Çağıl, bilimsel standartlardan ödün vermeden, akademik düzende katılaşmış görüşleri temelden sorgulamaya ve onlarca, hatta yüzlerce yıl gömülü kalmış soruları sormaya ve araştırmaya başlıyor.
Çağıl’ın “Asya ve Avrupa’da Run Yazıları - Eski Türk Yazısı ve Run’ların tarihsel ilişkileri sorusunu araştıran bilimsel bir çalışma” başlıklı bitirme tezini önümüzdeki hafta ayrıntılı anlatacağım.