Komşularla sıfır sorun diye çıkılan yolda, herkesle sorun noktasına gelmeyi başardık. Bunun siyasal etkileri olduğu kadar, ekonomik sonuçları da var. Hem politik olarak boşa düşmüş vaziyetteyiz, hem de daralan dünya pazarı ortamında komşularına tek kuruşluk mal satamayacak hale geldik.
Şu an için tek alışveriş yapabildiğimiz bölge Avrupa Birliği… Turizmden ihracata kadar tek müşterimiz haline geldikten sonra, ne yapacağımızı şaşırır hale geldik. AB ile ilgili sıkıntılarımız var mı; hep oldu.
Fakat samimiyet testini bir kenara koyup, değerlendirme yaptığımızda bugün ılımlı bir politika sürdürmek zorunluluğumuz ortada. Neden? Öncelikle kısa vadeli borçlarımız başta olmak üzere, alacaklığımız büyük oranda AB bölgesinden fonlar ve bankalar. Bugüne kadar ülkeyi kumar ekonomisine teslim edenler işin bu boyutunu hiç düşünmedi.
Oysa ekonomik bağımlılıkların siyasal sonuçlar doğuracağını bugün üniversite birinci sınıftaki öğrenci bile bilir. İhracatımız tam anlamıyla çakılıyor ve AB’nin toplam ihracat içerisindeki ağırlığı artıyor.
Son olarak cari açık yıllık 30 milyar dolar seviyesinin altını da gördü. Bu gereken değişimleri yaratıp gerçekleştirdiğimiz bir sonuç olsa mükemmel olur. Fakat ticaret yapamadığımız için ortaya çıkan bu manzara ürkütücü boyutta. Üstelik TL bazında maliyeti de çok değişmiyor.
Kasım 2011’de yıllık cari açık 60 milyar dolar ve o günkü kurdan maliyeti 110 milyar 400 milyon TL. Bugünkü 39 milyar doların maliyeti ise 85 milyar 260 milyon TL. Buna bir de kıtlaşan paranın artı maliyetini eklerseniz, neredeyse kafa kafaya gelir.
Yani düşüş bu yönüyle çok da anlamlı değil. Maliyeti yüksek ve nedeni ticaret yapamamak… Nitekim Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek de açık daralsa da sorunun büyük bir seviyede olduğuna dikkat çekmek zorunda kalıyor.
Bir yanda finansman sorunumuz devam ediyor, öte yanda ticaretimiz daralıyor, parayı ödeyeceğimiz ağırlıklı kesimle de mülteci pazarlığı nedeniyle köprüleri atmak gibi tehditler savuruyoruz.
Mülteci konusunda haklı haksız noktasına girmeyeceğim. Çünkü bizim de dahil olduğumuz sorunu yaratanların oluşturduğu bir ortamda akıtılan timsah gözyaşları bana samimi gelmiyor. Yani kimse bana ortada insaniyet namına bir iş yapıldığını anlatmasın.
Nitekim ‘yollayacaksan yolla 3 milyar Avro’yu, vize sözünü tut gibi’ yaklaşımlar da bunun insaniyet namına bir iş olmadığını ilk ağızdan kanıtlıyor. Peki AB cephesinden ne yanıt geliyor?
72 koşul vardı, son 5 taneyi de tamamlayın; sonrasında oturur konuşuruz. Nereden bakarsanız samimiyetsiz. Peki biz çok mu samimiyiz? Son kalan 5 maddenin şeffaflık ve yolsuzluk konularını kapsıyor olması da mı tesadüf?
Kim haklı; kim haksız derseniz; bence ikimiz de haksızız. Haklı olan sadece yerinden yurdundan sürülen insanlar ve bir ülkenin iç işlerine karışmanın getirdiği acı manzaralar. Ama bundan sıyrılarak düşünürseniz vaka çok açık…
Herkesle kavga edip, ipleri koparmayı başaran ülkemizin yöneticileri için son hedef AB oldu. Sıra geldi AB’ye, atın onunla da köprüleri ‘ey, hey’ diye diye, sonra da ortadaki fatura için başkalarını suçlayın.
Tıbbi karşılığını bilemiyorum; ama bir gazeteci olarak şunu sorduğumda ortadaki garipliği görebiliyorum. Herkes mi bize düşman? Bu mümkün mü? Bu, sağlıklı bir akıl göstergesi mi? Yanıtını bilemem ama vaka o ki, Türkiye hızla yalnızlaştı ve şimdi son kapıyı kapatmaya da uğraşıyor. Üstelik o son kapı bir de, en son müşterisi ve alacaklısı. Niye? Hep saflıktan (!) bunlar; saflıktan.
Çetin Ünsalan