Tüm dünyaya özel markalı üretim yapan ya da fason üretim gerçekleştiren Türk reel sektörü, bir türlü istenen rakamlarda katma değeri elde edemiyor. Belki atıl kapasitelerini bu yolla doldurmayı başarıyorlar ama tanesi 50 – 60 dolara imal edip, sattıkları ürünlerin nasıl bin dolar seviyesinde üzerine marka koyularak rafta yer aldığına kafa yormak istemiyorlar.
Yani üretebildiğin bir ürünü, istediğin fiyata satamıyorsun. Bunda fason üretmek kadar, markalı çıksan da ülke markasının yeterli ölçüde karşılığının olmamasının da etkisi var. Bunları kabul ediyorum.
Elbette bu sözlerimden hemen marka kavramı ve bunun getirdiği sonuçlar ortaya çıkacaktır. Fakat önümüzdeki dönemin dünyada resesyon süreci olduğunu düşünürseniz, dünyada düşen alım gücüne paralel markalaşma çalışmasının ne kadar doğru bir tercih olup olmadığını da tartışmamız gerekir.
Bu süreçte dayanımı, kaliteyi ve fiyatı optimum noktada kesiştirenler, tüketici tarafından tercih edilirken, zaten doğru ilişkiler ve devamlılık sağlar iseler, 10 yılın sonunda marka olarak gündeme gelecektir.
Böylesi bir gerçeği dikkate aldığınızda markalaşmak için kullanacağımız kısıtlı sermayeyi, dünya pazarlarında ‘en iyisini en iyi fiyata biz yaparız’ sloganıyla para kazanarak sunmaya harcamak bence daha akılcı.
Peki bugünkü maliyetler, atıl kapasite ve borçluluk gerçeği ortadayken katma değeri nerede yakalarız? Bunun bir yolu ürünün üzerine akıl koymaktır; diğeri de sektörel müzelerdir. Son olarak Moda ve Hazır Giyim Federasyonu Başkanı Hüseyin Öztürk’ün kendi fabrikasında açtığı çorap müzesini gezme fırsatı buldum.
Anadolu ve Balkanlar’da üretilmiş 250’yi aşkın orijinal çorabı, fabrikasında yaptığı müzede sergiliyor. Hepsi neredeyse çeyiz sandıklarından tek tek toplanmış ürünleri gördüğünüzde hayranlık duymamanız mümkün değil.
Öztürk, bununla ilgili kitap çalışmasının da yürüdüğünün altını çizerek, kalıcı bir dokümantasyon ortaya koymanın da çabası içerisinde. Şimdi durup düşünelim. Böylesine kritik bir süreçte, herkes dolar çıktı faiz çıktı diye konuşurken bir iş insanı neden bunu yapar?
İşte tam bu nokta kültüre sahip çıkmak kadar, vizyoner bir yaklaşımın da yansımasıdır. Sektörlerin müzesi olması çok önemli. Çünkü bu dışarıdan gelen yatırımcıya ‘bu bizim işimiz’ mesajını vermektir.
Böyle bir mesajla yurtdışından gelen alıcı karşısında maça 1 – 0 önde başlarsınız. Çünkü tarihten gelen özelliklerinizi fark edip, nitelikli ürün sunduğunuzu da görürse, sizinle en son yapacağı şey fiyat pazarlığıdır.
Öncelikle Hüseyin Öztürk’ü bu yaklaşımında dolayı kutluyorum. Ama bunun diğer sektörlere de örnek olması gerektiğini düşünüyorum. Mesela saraciye...
Savaşçı bir millet olan Türk Milleti’nin at ile haşır neşir olduğu tarih boyunca var olan, 1453’de İstanbul’un fethinin ardından Fatih Sultan Mehmet tarafından bugün Saraçhane olarak bilinen noktada toplanan bir meslek grubundan bahsediyoruz.
Zaman içerisinde üretim yapısı değişen, bugün kadın çantasından kemere, bavuldan evrak çantasına kadar onlarca çeşidi üreten bir sektörü konuşuyoruz. Fakat bir müzeleri yok. Oysa bu özelliklerini ortaya koysalar, hayal edemeyecekleri bir avantajı da ceplerinde bulacaklar.
Keza aynı durum ayakkabı sektörü için de geçerli. Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası, Cumhuriyet’in öncesinde sahip olduğumuz nadir fabrikalarımızdan biri. 1810 yılında tabakhane olarak kuruluyor. Bu konuyla ilgili bir müze çalışması için heyet görevlendiriliyor.
O süreçte konuştuğum, Türkiye’nin ilk tasarımcı kullanan sanayicisi Engin Altaş da o heyetteki isimlerden biri. Yaptıkları incelemelerde bir müze kuracak yeterli materyali bulamadıklarından yakınmıştı.
Çünkü üretim hattını tamamlayamadılar. Zira makineler bilinçsizce haraç mezat hurdacıya satılmıştı. Bir evrak bile bulabilmek için eski çekmeceleri karıştırdıklarını anlatmıştı bana Altaş. Yazık ki sonuç hayal kırıklığıydı. Şimdi o tarihi mekanda çekilen dizileri ekranlarda izliyorsunuz.
Oysa dünyanın sayılı ayakkabı üreticilerinden birinin neden binde 7 pay aldığının yanıtı burada gizli. ‘Bu benim işim’ meselesini kanıtlamak için, bir müze oluşturmaz iseniz, geleceğiniz nokta değerinin altında ürün satmaktır.
Mesela Türkiye’nin önemli sanayicilerinden biri olan Hasan Yelmen. Derimod markasının yaratıcısı. Kazandığını sektörü kadar eğitime de harcadı. Hayatını kaybetmeden önce tek ideali Kazlıçeşme’de bir deri müzesi kurmaktı. Kitaplarıyla Anadolu’da dericiliğin binlerce yıldır yapıldığı kanıtladı. Ama müze arzusunu hayata geçirmeye ömrü vefa etmedi.
Öte yandan dünya bunu çok iyi kullanıyor. Mesela Mercedes Benz’in Stuttgart’daki otomobil müzesini düşünün. Yüzbinlerce kişi bu müzeyi gezdi ve herkes ‘otomobil Almanlar’ın işi, Mercedes de en iyi markaları’ kanaatiyle ayrıldı. Çünkü orada at arabalarından bugüne tüm ürünlerle tarih yolculuğu yapabilmeniz mümkün kılınıyor.
Yine modayı yönlendiren merkezlere bakın. New York’taki The Metropolitan Museum of Art, Londra’daki Victoria and Albert Museum, Paris’teki Palais / Musee Galliera, Kyoto’daki Kyoto Costume Institute ve daha bir çok örnekte geçmişten bugüne tekstili, giyimi sunarak, hem bir kültürel faaliyetin örneğini gerçekleştiriyorlar, hem de bu zanaatin ve modanın kendilerine ait olduğunu vurgulayarak, ürünlerinin fiyatlarındaki katma değeri anlamlı kılıyorlar.
Örnekleri çoğaltabiliriz ama esas olan sektörel müzeciliği mutlaka masaya yatırmamız ve bununla ilgili desteklerin verilerek, değerler kaybolmadan ‘bu bizim işimiz’ mesajını dünyaya vermemiz gerekir. Aksi takdirde katma değer bir hayaldir. Bu çerçevede Hüseyin Öztürk’ün çorap müzesini çok anlamlı buluyorum. Umarım Türkiye’deki tüm sektörlere, bu bilinçle örnek olur.
Hatta buna niyetlenenleri de işin uzmanına, Türkiye’nin belki de ilk endüstriyel tasarımcısı Prof. Dr. Önder Küçükerman’a başvurmalarını öneririm. Tüm dünya bu isimden akıl alırken, bizim yeterince yararlanmıyor olmamız sizce de dramatik değil mi?