Bir bir sıkıntıyla uğraşan Türkiye’nin belki de son dönemde aldığı en iyi haberdi. Ampute Milli Takımımız Avrupa Şampiyonu oldu. Öncelikle şunun altını çizmek lazım ki analarının ak sütü gibi helâl. Teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Fakat bu bizim bizimle yüzleşmemize vesile olmazsa kıymeti yok. Sorun bakalım milli sporcularımıza, bu noktaya gelene kadar kaç kişi yanlarında olmuş? Devletin üst düzey çıkarma yaparak finalde kaçırdığımız olimpiyat organizasyonunu hatırlıyor musunuz?
O süreçte biz yeri göğü inletirken, gelen heyetin ampute kategorisindeki tesis yetersizliği tespitinin, olimpiyatları alamama konusunda etkili olduğunu biliyor musunuz? O süreçte bizi çekememelerinden, başarımızın (!) kıskanıldığına dair birçok şey yazıldı; çizildi; konuşuldu da buna değinen olmadı.
Çünkü biz hazırı seviyoruz. Şimdi ortada bir başarı olduğu için herkes yeri göğü inletiyor ve bu başarılı insanların elde ettikleri sonuçtan kendi payına bir gururlanma vesilesi çıkarıyor.
Emek vermeden başarıya konmak, bunu paylaşmak gibi kötü bir huyumuz var. Çok değil yine birkaç sene öncesine götüreyim size. Mesut Özil gerçeği… Özil’in seçimini Alman Milli Takımı’ndan yana kullanmasının yarattığı infiali hatırlıyorum. Nasıl yapabilirdi bunu?
Hatta o süreçte Alman Futbol Federasyonu, Türk kökenli futbolcularının milli takım düzeyinde çalınmasından rahatsızlığını dile getirmişti. Burada hamasi bir takım söylemlerle işin tersini anlatmam mümkün. Ama bunu yapmayacağım.
Zira bir gerçek var ki bir taraf emek veriyor; eğitimine; kariyerine finans ve zaman harcıyor; diğeri sadece soydaşlık üzerinden gelip insanların aklını milli duyguları sömürerek çeliyorsa, bunun adı emek hırsızlığıdır.
Yine Özil meselesine dönersek, o süreçte ortaya çıkmıştı; güzide üç büyük kulübümüz de bu futbolcuyu denemiş ve yeterli bulmamıştı. Ama sonra başarı elde edilince değere bindi.
Esasen bu hastalığımız her alanda gün yüzüne çıkıyor. Hiçbir konuda emek vermek, çile çekmek istemiyor, ama ortaya çıkan başarılardan da nasiplenmek istiyoruz. Bakın tıp alanına… Dünya çapında doktorlarımızın başarısını okuyoruz.
Hatta bu haberler ‘Türk doktorun büyük başarısı’ gibi gazetelerin manşetlerini süslüyor. Lakin hiçbirimiz ‘bu insanlar neden Türkiye’de değil’ sorusunu yöneltmiyoruz. Çünkü yanıtı, gerçeği bizim yüzümüze vuracak.
Biz araştırma-geliştirmeye, emeğe inanmıyoruz. Üniversitelerimiz işsizliğin gizlenmesi için oluşturulan binalar haline dönüşmüş; ama bilim üretmiyor. Siyasetçilerimiz de zaten burada fikir özgürlüğünü anarşi olarak nitelendiriyor.
Ama bir şekilde kendini dünyaya atan insanımız başarı elde ettiğinde de, bundan nasiplenmek istiyoruz. Siyaset sahasında oy verirken bile bunun hesabını yapan çok ciddi bir kesim var. Yenilen taraftan olmama arzusu…
Çünkü biz birey, vatandaş yetiştiremiyoruz. Birey yetiştiremediğiniz yerde de ait oluşturursunuz. O aitler de bulundukları pozisyon üzerinden kimlik eksikliklerini gidermeye çalışırlar.
Hatta en ufak bir güç kaybında da karşı cepheye geçerler. Bu sözlerim eminim birçok insanı kızdıracaktır. Fakat hangi görüşe bakarsanız bakın, fikri olmayan aitlerin, başlarındaki kişilerin fikirlerini savunduğu bir fotoğraftan kalkınan bir ülke hayali kurmak ütopyadır. Acı ama gerçek.
Tekrar işin başına dönersek… Ampute Milli Takımı ve emek verenleri gönülden tebrik ediyorum. Ama ortaya çıkan başarıdan pay kapmaya çalışanları da kınıyorum.
Bu ülkede milyonlarca engelli yurttaş varken, şehirlerin onların doğal yaşamına uygun hale getirilmesi, yani anayasal haklarını kullanabilmesi için gereken düzenlemeleri öteleyip, duruyorsak; engelli yurttaşları ‘maaşını al, işi gelme’ diye yasak savarak algılıyorsak, kimse çıkıp da şimdi elde edilmiş başarıya ortak olmasın.
Onlar bu ülkede bir başarı elde ettiyse emin olun ‘herkese ve her şeye rağmen’ etmiştir. Bu başarıyı, kendimizi sorgulamak için vesile kılmıyorsak, gerisi de klavye kahramanlığına giriyor. Üzgünüm ama gerçek bu.
Çetin Ünsalan