Türkiye ekonomisinde sanayiciler kendi aralarında ‘ay sonu çeklerinden kaç tanesi döndü’ diye sohbet etmeye başladıysa, durum zannettiğinizden acil demektir. Bir tarafta konkordatolar, öte tarafta kırılan ödemeler zincirinin gölgesinde ekonomi yönetiminin mart seçimleri endeksli tavrı ne yazık ki sorunları içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Mesela dış ticaret açığı eylül ayı itibariyle yüzde 77 azaldı. İhracatın ithalatı karşılama oranı da yüzde 55’li oranlardan yüzde 88,5’e kadar çıktı. Ne kadar mutluluk verici değil mi? Gerçekten düz mantıkla baktığınızda insanın sevinmesi gerekiyor.
Fakat ne yazık ki rakamlar gerçeği gizlemek için kullanılıyor. Çünkü ihracatı artan bir ülkede, üretim yapısında ciddi bir dönüşüm yaratmadığınız sürece, bu oranlara sevinmek yerine endişelenmek gerekiyor. Elbette ekonomi yönetimi de, işin muhatapları da olaya buradan bakmak istemeyecekler.
Lakin net bir sorunun yanıtına bakarak sağlamayı yapabiliriz. Bizler üretim yapımızdaki ithal girdi oranlarını düşürebildik mi? Hayır... Doğru bir envanter yapılanmasıyla yerli tedarik oranlarımızı arttırabildik mi? Hayır... Teknolojik ya da dünyada olmayan bir buluşa imza atıp, dünyada bir ürünün tartışmasız üreticisi ve satıcısı haline dönüştük mü? Hayır...
Tüm bunlar gerçekleşmediğine göre daralan dış ticareti ve ihracatın ithalatı karşılama oranındaki yükselmeyi başka türlü okumamız gerekiyor. Bunun yanıtını bir önceki sene gerçekleşen büyüden itibaren aramamız şart. Çünkü yüzde 7,3’lük büyümeyi incelediğinizde, üretimin yarısının stoklara yapıldığını görüyorsunuz. Bunu o zaman da yazdık; çizdik; anlattık.
Fakat kimsenin işine gelmediği ve büyümenin rakamsal büyüsüne kapıldıkları için buradan yükselen alarmı görmediler ya da görmek istemediler. Bugün ithalat oranımız düşüyorsa, bunun tek bir anlamı var. Gerçekten üretim yapamıyoruz. Çünkü üretimimiz neredeyse ithal ikameli hammadde ve ara mallarına bağımlı.
Dolar cinsinden yaptığımız alımlarda durgunluk varsa, üretiminizde de sıkıntı baş göstermiş demektir. Reel sektör şu anda üretim yapmıyor; aksine stokla yarattığı büyümedeki erimeyi gerçekleştiriyor. Elbette bu da göz ardı edilebilecek bir şey değil. En azından mal paraya dönüşüyor.
İşte tam bu aşamada da ciddi çelişkiler var. İç piyasada evrak dönerken, yurtdışı müşterisinde yani ihracatta vadeler ya da fiyat kırımları gündeme geldi. Şu an ihracatçı cephede dillendirilmeyen ve konuşulmak istenmeyen bir gerçekten söz ediyorum.
Üretimde artış yaşanmadığının en büyük kanıtı ise, son açıklanan kapasite kullanım oranları. Son bir kaç aydır sistematik düşüş gözlenirken, Ekim ayında da yine yüzde 0,8’lik bir gerileme açıklandı. Bunun bile iyimser bir rakam olduğunu unutmayın. Çünkü ülkede kapasite tek vardiya üzerinden hesaplanıyor. Oysa yatırımlar minimum 2, doğal sürecinde ise 3 vardiya üzerinden yapıldı.
Yani kapasitesi kullanmayan, ama elinde stokta biriktirdiği malı satarak dış ticaret açığını görece azaltan reel sektör gerçeği mutluluk değil, uyarı vesilesidir. Zira o malzemeler tekrar yerine konulurken çok daha yüksek fiyattan maliyetler söz konusu olacak.
Aynı rakam oyununu ekim enflasyonunda da görebiliriz. Bakan Albayrak düşeceği konusunda çok ısrarlı. TÜİK’ten yetkili isimleri yüksek çıkan enflasyondan sonra görevden alıp, şimdi rakam oyunlarıyla düşük çıkarabilirsiniz. Bunun bile güç olduğunu düşünsem de imkansız değil.
Fakat gerek dış ticarette görece olumlu tablo, gerekse de olası bir enflasyon düşüşü gerçeği ortadan kaldırmıyor. Bir tarafta firmalarınız eriyor, işten adam çıkarmaya ya da konkordato süreciyle kırılmalar yaşamaya devam ediyor; diğer tarafta da vatandaş sokağa çıktığında bugünkü enflasyonun bile çok üzerinde maliyetle karşılaşıyor.
Yangın çok büyük ve ne kadar analiz etmeden yaşar ya da ne kadar rakamlarla oynarsanız oynayın yangın sönmüyor. Çünkü iktidar mart ayını az hasarla atlatmaya çalışırken, yangının gerçeği sokakta yaşanıyor.