Bugünlerde yerlilik, millilik, güçlü ülke olmak gibi kavramlar havada uçuşuyor. İktidarıyla muhalefetiyle vatan sevgisini kimse kimseye bırakmıyor. Elbette niyet okuyacak değilim. Henüz kimsenin aklını okumak mümkün değil. O yüzden yapılanlara bakmak gerekiyor.
Bunun sağlamasını yapabilmek için de biraz eskiye dönmekte fayda var.
16 Ağustos 1838: Viyana başarısızlığının ardından ilk borç alma gerçeği kapımızı çaldı. İmtiyazlarla dolu Baltalimanı Anlaşması imzalandı. 1863’te Fransız – İngiliz ortaklığıyla Osmanlı Bankası kuruldu. 1872’de Düyun-u Umumiye ile tanıştık. 1883’te Fransız Rejisi’ne tütün tekeli verildi. 1879’da demiryolları imtiyazlarını devrettik.
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandı ve 15 Mayıs 1919’ta Yunan İzmir’e girdi. 16 Mart 1920’de İngilizler artık İstanbul’daydı. Tam 4 gün sonra Meclis-i Mebusan dağıtıldı ve elbette 10 Ağustos 1920’de Sevr Anlaşması gündeme geldi.
Peki Meclis-i Mebusan kapatıldıktan neredeyse bir ay sonra ne oldu? 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi kuruldu. İşte en kritik nokta bu. Yani Millet’in hakimiyetinin ilk başkaldırısıydı. Sonrasında yapılan mücadele, İstiklal Savaşı, zafer, demiryollarından denizlerin imtiyazlarına kadar her şeyin devralınmasına, Osmanlı’nın yarı borcunun ödenmesine, eğitimden üretime, sanattan dış siyasete her alanda yapılan akıl dolu uygulama ile Türkiye şahlandı.
Cephede kazanılan zafer elbet önemliydi. Ama asıl zafer, üretebilmekte, eğitimli bir toplum yaratmada, akılda, bilimde, sanatta, hepsinin ötesinde tam bağımsız bir ülkenin fertlerinin vatandaş haline dönüştürülmesinde gizliydi.
İstiklal Harbi sırasında bile Meclis’e hesap veren, ikna etmeye çalışan bir anlayıştan, bugün Meclis’i tabiri caizse devre dışı bırakan, etkisizleştiren bir noktaya geldik. Topraklarımızı gayrimenkul adı altında tapusuyla satarken, her şeyi özelleştirdik. Bir dönemin kapitülasyonlarını, imtiyazlar adı altında yabancılara tekrar devrettik.
Şimdi bu fotoğraf içerisinde kimse bana milli olmaktan, yerli olmaktan ya da güçlü Türkiye yaratmaktan bahsetmesin. Zaten yaratılanı zedeledik. Bunu köy enstitülerinin kapatılması ve NATO’ya dahil olunmasından başlayan süreçte, üretimi terk eden yıllardan bugüne kadar elbirliğiyle gerçekleştirdik.
Oysa Atatürk ne diyordu bize? İktisadi bağımsızlık sağlanmadan, siyasi bağımsızlıktan söz edilemez. Eğer yükselen değer olacaksak, yeniden güçlenecek ve saygın bir ülke olacaksak, işin anahtarı tam bağımsız olmaktan geçiyor. Bunu da kapitülasyonların yedi göbekten akrabası imtiyazlar dağıtarak, elde olanı satıp, savarak yapamayız.
Tam bağımsızlık denildiğinde, globalleşen dünya, ekonomi gibi kavramlar üzerinden bir memleket uyutuluyor. Bugün dünyaya kapınızı kapatmanız gerekmiyor. Tam bağımsız olmak için dizlerinizin üzerinde masaya oturmayın yeter. Uzlaşmak, işbirlikleri yapmak, dünya çapında ticaret gerçekleştirmek elbette önemli. Ama bunu birinin kısıtlarıyla ya da inisiyatifiyle yapıyor olmanız sonucu değiştirir.
Bunun için de önce 468 milyar dolara ulaşan döviz pozisyon açığımızı masaya yatırmalıyız. Gırtlağına kadar borca batmış bir ülkenin ders çalışması gereken ilk konu budur. Bunun da anahtarı tam bağımsızlık ilkesidir.
Şayet bunları konuşmuyorsanız, 23 Nisan’ı elbette önemli olan ama salt Çocuk Bayramı olarak kutluyor, ulusal egemenliği görmezden geliyorsanız, o çocuklara bırakacağınız bir gelecek de olmaz. Bunları masaya yatırıp, aklımızı başımıza alıp, akıl ve bilim temelli bir gelecek kurgusu yaratma temennisiyle, 80 milyon tek yürek bayramımızı kutluyorum.
Çetin Ünsalan
ulusal.com.tr