Kim ne dersin desin, halkın cebine elini uzatma konusunda bizden daha yetenekli başka bir toplum olduğunu sanmıyorum. Tanrı bu konuda bize olağanüstü yetenekler bahşetmiş! O kadar adil (!) ve insan haysiyetine yaraşır (!) düzenlemeler yapıyoruz ki insanlarımız fakirleşirken, dolar milyarderlerimizin sayısı her geçen gün artıyor. Sözcü gazetesi 16 Kasım 2014 günü enfes bir ekonomik değerlendirme yazısı yayımladı. Bu rapora göre bizde 44 civarında dolar milyarderi varken, Japonya’da bu rakam 14’e kadara düşüyor. Hentbol (eltopu) maç sonucu gibi, Türkiye-Japonya: 44-14; eller hiç boş durmuyor ki! Vah, zavallı Japonlar! Bu garibanlar (!) için yardım kampanyaları düzenleyelim!
AKP’nin son 12 yılında, toplanan vergilerin (2,2 trilyon lira) yaklaşık yüzde 70’i bütünüyle dolaylı vergilerden oluşuyor. Türk halkı mal ve hizmet satın alırken KDV ve ÖTV ödüyor. Ekonomik sistemi halkın bu ödemeleri ayakta tutuyor. Kalan ortalama yüzde 30’luk vergi dilimde de büyük bir adaletsizlik var. Maaş ve ücretlilerin vergi kaçırma gibi bir olanağı yok, çünkü otomatik olarak kesiliyor. İş dünyasının kendi içinde de büyük farklılıklar var. Burada hemen göze çarpan bir çelişki dikkatli uzmanların gözünden kaçmıyor. Hükümete yakın, dev ihaleleri alan firmalar bir türlü en çok vergi verenler listesine giremiyor! Milleti cinsel bir obje olarak görerek paraya para demeyenler, konu vergi olunca sırra kadem basıyor.
Çarpık ekonomik düzen, zengini daha zengin fakiri daha fakir yaparken, ekonomi dışı servet transferleri (primitif accumulation) ve vergi oyunları ile yeni bir zengin sınıf yaratıyor. AKP hükümeti 2004 yılında Vergi Usul Kanunu’na bir madde ekledi. Bu maddeye göre gelir ve kurumlar vergisi mükellefi, isterse devlete vergi vermeyip bu yükümlülüğünü bünyesine gıda bankacılığı olan derneklere kaynak aktararak yerine getirebiliyor. Bu dernekler, “Deniz Feneri, Kimse Yok mu, Kepez Deniz Yıldızı Sosyal Yardımlaşma Derneği” gibi kamuoyunun yakından tanıdığı dernekler. Bu yeni zenginleşen sınıf, Soma madenlerinde olduğu gibi, her türlü denetimin dışında vahşi bir kâr hırsı ile çalışanları ezip geçiyor; çaresiz yurttaşlarımızın felaketi ve gözyaşları üzerinde yükseliyor! Bu maddi yükselişin manevi bir çöküş olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?
Yeni zenginleşen bu kesim kazandığı gelirlerin bir kısmını, doğrudan ve dolaylı yöntemlerle seçim yatırımı olarak kullanıyor. Böylece iktidar ve arkasındaki sermaye grubu giderek bütünleşirken, sistem belirgin bir şekilde çürüyor. Meclis Komisyonu’na ifade veren Yusuf Tutuş, Reza Zarrab’ın yılda bir milyon avro tutarında saat aldığını söylüyor. (Hürriyet, 15 Kasım 2014) İnsan her yıl bu miktarda saati niçin alır?
Böyle bir sosyo-ekonomik yapı, doğal olarak ekonominin dayandığı yapısal ve etik temeli cepheden tehdit ediyor. Sisteme olan güven her geçen gün azaldığından, dürüst çalışan kişi ve kurumlar da vergi kaçırma eğilimi içine giriyor. Çünkü ekonomik verimlilik anlamını kaybediyor. Hükümete yakın firmalar haksız bir rekabet ile güvence altına alınıyor. Ayakta kalmak için, kurallara sıkı sıkıya bağlı firmalar bile yeni yollar, yeni yöntemler bulmaya çalışıyor. Her arayış ekonomik doğal dengeyi biraz daha sarsıyor.
Tüm bu çarpık sistemin kaçınılmaz sonucu olarak iş dünyasının vergi yükü toplu olarak hızla düşerken, devlet bu açığını halkın üzerine yüklenerek kapatıyor. Dolaylı ve özellikle dolaysız vergilerin ağırlığı altında ezilen halk giderek yoksullaşıyor. Orta sınıf gözle görülür şekilde ortadan kaybolurken, toplum iki ana sosyal katmana bölünüyor: “Tepedeki zengin azınlık ve aşağıdaki yoksul çoğunluk”
Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre Türkiye, genç işsizler sıralamasında yüzde 35 ile dünya birinciliğine ulaşıyor! (Sözcü, 15 Kasım 2014) Türkiye, 185,500 modern köle ile bu alanda da Avrupa birinciliğini ele geçiriyor! (Sözcü, 19 Kasım 2014)
Fakirleşen halk maddi nedenlerle kendini geliştirme olanaklarından mahrum edildiği için kolaylıkla istismar edilebiliyor. Ayrıca her türlü desenformasyona (yanlış bilgilendirme) açık oluyor. Bozuk ekonomik düzenin yaratıcıları, bu kez de hazırladıkları sadakalarla, şaşkına çevrilmiş yoksul kitlelerin karşısına çıkıyor. Neler döndüğünü bir türlü kavramayan bu ezilen kesim, küçük çıkarlar karşılığında, geleceğini çalan ve çıkış yolunu kapatan bu kesimlere siyasi destek veriyor. Böylece üretim ekonomisi için en büyük tehdit olan sadaka ekonomisi yapısal ve toplumsal bir boyut kazanıyor. Sadakaya alıştırılan bir toplum zaman geçtikçe milleti millet yapan hasletlerden uzaklaşıyor!
Bu tür sadaka ve benzeri teşviklere dayalı ekonomik sistemler, Sanayi Devrimi’nin sancıları çekilirken 1800’lü yılların ilk yarısında “Speenhamland Politikası” adıyla İngiltere’de denendi. Vahşi kapitalizmin boğduğu kitlelerin isyan etmesinden çekinen İngiliz hükümeti, Kiliseyi de kullanarak ezilen işçiler için çeşitli yardım kampanyaları düzenledi. Ancak kısa süre içinde bu tür ekonomik politikaların üretim gücüne ne büyük bir darbe vurduğu ve insanları daha da yoksullaştırdığı anlaşıldı.
Bozuk düzenin yaratıcıları, kendilerini sağlama almak için yoksul halk kesimlerinin dini duygularını da sömürmekten geri kalmıyorlar. Refah ve mutluluğu bu dünyada bulamayanlara adres olarak öteki dünyayı işaret ediyorlar. “Hüda size, hurma bize!” anlayışı toplumdaki en geçerli kural oluyor.
Ekonomik tabloyu önüne koyan iktidarlar iş âleminin bu zayıf halini görünce, bu dünyanın en büyüklerini bile ciddiye almıyor. Koca koca, yaşını başını almış iş adamlarını çocuk gibi azarlıyorlar. En büyükleri bile bel fıtığı olma riskini göze alarak, iktidar temsilcileri önünde gösterişli reveranslar veriyor. İktidar da iş âlemi de çarkın halkın sırtında döndüğünü biliyor. Bu nedenle zaman zaman çekişerek zaman zaman uzlaşarak durumu idare ediyorlar. Hiçbir kesim bu bozuk düzenden aldığı siyasi ve ekonomik pay yüzdesini aşağıya düşürmek istemiyor!
Meclis’teki muhalefet bu yapısal sorunları merkeze koyarak ilkeli, tutarlı ve sabırlı bir siyaset izleyeceğine, sadakaları daha da artıracağını beyan ederek bu çarpık düzenin bir parçası olmayı yeğliyor. Bu nedenle toplum nezdinde bir heyecan uyandıramadığı gibi, giderek etkisini ve varlık nedenini kaybediyor. Dünya tarihinde görülmemiş bir şekilde iktidarın oyları düşerken, muhalefet partileri de oy kaybediyor.
Mevlâna diyor ki, “Toprak gibi sessiz olduğum an, bil ki şimşek gibi gökte gürlüyor feryadım!” İşe, gökten yere inerek ve önümüze attıkları sadakaları şimşek hızıyla suratlarına çarparak başlamalıyız. Gerisi çok kolay!
Amiral Soner Polat
ulusalkanal.com.tr