Beklendiği gibi tezkere Meclis’ten geçti. Tezkere’nin gerekçesindeki ana konular özetle şöyle:
- TSK’nın yurt dışına gönderilmesi ve yabancı askerlerin Türkiye’de konuşlandırılması.
- Terör örgütlerini destekleyen (!) Suriye rejimi ve Beşar Esad ile mücadele.
- İslam Devleti’nin (İD, eski IŞİD) faaliyetlerinin engellenmesi. (İsmi bir kez geçiyor!)
- PKK ve onun Suriye kolu PYD ile mücadele. (İsmi bir kez geçiyor!)
- Uluslararası sorumlulukları yerine getirmek. Şimdi bu konuları irdelemeye çalışalım:
PKK ve onun Suriye kolu PYD ile mücadele gerekçesi pek gerçekçi görünmüyor. Çünkü bu durum, İD’ye müdahale konusunda inisiyatifi ele geçiren ve bu konuda her vesile ile Türkiye’ye baskı yapan ABD ve Batı’nın genel politikası ile bağdaşmıyor. Batı ülkelerinin,İD’yekarşı verdiği savaş (!) nedeniyle yere göğe koyamadıkları PKK ve kollarını silah yardımı da yaparak eğittikleri ve destekledikleri bir dönemde, böyle bir ihtimal, en azından konjonktüre uygun değil! 1 Mart tezkeresinde kıyameti koparan Barzani’nin sessiz kalması ne kadar ilginç! Peki, Başbakan Davutoğlu ile görüşen Selahattin Demirtaş’ın söylediklerini nereye koyacağız: “Türkiye PYD’ye silah yardımı yapmalı! Ya da PYD’nin parası ile alınan silahların sınırlarından geçirilmesine izin vermeli!” Türkiye’nin Barzani, Kuzey Irak politikaları ortada. Kürt petrolünün satışı konusundaki dünya kamuoyunun gündemine giren olaylar da belli. Açılım süreci ve bu süreçte rol alan Bölücübaşı’nın görüşleri çok açık!
Birleşmiş Milletlerin üyesi olan komşu bir devletin iç düzenlemeleri gerekçe gösterilerek tezkere konusu yapılması ve oradaki “rejimle mücadelenin” bir hedef olarak ortaya konulması son derece tehlikelidir ve istenmeyen sonuçlar doğurabilir. Kişisel görüşüme göre, bu yönüyle diplomatik teamüllere de aykırı olan tezkeredeki en hassas iki konudan birisi budur. Çünkü bu maksatla TSK’nın kullanılması birdenbire her şeyi başka bir boyuta taşır. Türkiye böyle bir gelişmeden hem stratejik hem de ekonomik olarak tahmin edilemeyecek ölçülerde zarar görür. İlgili her kurum aklıselimi elden bırakmamalıdır. Irak’ın toprak bütünlüğüne vurgu yapılırken, aynı konuda Suriye için sessiz kalınmasına başka anlamlar yüklenebilir.
İslam Devleti’ni uzun bir süre Türkiye terör örgütü olarak tanımlamadı! İslam Devleti’ne karşı mücadele tezkere metninde bir kez yer almakla birlikte, ABD ve Batı’nın hedefi, “İD ile mücadele ediyorum!” görüntüsü altında, bölgedeki başka dinamikleri harekete geçirmek ve bambaşka sonuçlara ulaşmaktır. Bu konuları daha önce incelemiştik. Burada Batı baskısı nedeniyle Türkiye’nin, uluslararası sorumluluklar kamuflajı ile bu yönde adımlar atmaya zorlandığını söyleyebiliriz.
Tezkeredeki en hassas ikinci konu ise “yabancı askerlerin ülke topraklarında konuşlanmasına izin verilmesidir.” Çünkü tezkeredeki böyle bir yazılım, Türkiye sıcak bölgelere komşu olduğundan, ister istemez ülke topraklarının koalisyon güçlerinin saldırı üssüne dönüşeceği izlenimini uyandırmaktadır. Bu ise Batı’nın kendi hedefleri için askeri gücünü Türkiye üzerinden kullanmasına imkân sağlar. Bu hedeflerin, her hal ve şartta Türkiye’nin çıkarları ile uyumlu olmayabileceğini kabul etmek zorundayız.
Kutsal kitaplarda, Tanrı’nın dünyayı 6 günde yarattığı ve 7’nci günü dinlenerek geçirdiği yazılıdır. Türklerin Tanrı’yı çok yorduğu çeşitli fıkralara konu olmuştur. Bu fıkralarda Tanrı, “Nedir şu Türklerden çektiğim, hiç gayret göstermiyorlar, her işlerini bana yaptırıyorlar!” şeklinde serzenişte bulunduğu teması işlenir.
Bana göre Tanrı, biz Türklere son dönemlerde 3 kez ilahi yardım elini uzatmıştır. Birincisi, AB’ye girmemizi önlemiştir. Avro’ya geçmiş olsaydık, tahmin bile edilemeyecek felaketlerle karşı karşıya kalabilirdik.
İkincisi, Rumların Annan Planı’na hayır demesini sağlamıştır. Evet deselerdi, yaka paça Kıbrıs’tan atılırdık.
Üçüncüsü, büyük bir kesim tarafından istenmesine rağmen, ABD silahlı kuvvetlerinin; ordusu, hava ve deniz kuvveti ile ülkemize, havaalanlarımıza ve limanlarımıza yerleşmesine izin vermemesidir. Girselerdi, şu an ne durumda olacağımızı düşünmek bile istemiyorum.
ABD’nin 62 bin asker, en az 255 uçak ve 65 helikopter ile ülkemize yerleşmeyi planladığı bir dönemde, 1 Mart 2003’te Meclis’te yapılan kapalı oturumda reddedilen tezkere yaşamsal bir önemdedir.
O oturumda Meclis’te bulunan 533 milletvekilinden, 264’ü kabul, 250’si ret, 14’ü ise çekimser oy kullanmıştı. Ancak Anayasa’nın 96’ncı maddesinde belirtilen salt çoğunluğa ulaşılamadığından tezkere kabul edilmemişti. 250 milletvekili tarihi sorumluluk bilinci içinde hareket etmemiş olsaydı, belki de hâlâ çeşitli sorunlarla boğuşuyor olacaktık!
Sözcü gazetesi 17 Mart 2013 günü, Uğur Dündar’ın emekli büyükelçi ve milletvekili Şükrü Elekdağ ile yapmış olduğu bir röportajı yayımladı. Sayın Elekdağ, 1 Mart tezkeresinin kabul edilmediği oturuma da katılmıştı. Söyledikleri oldukça ilginçti:
Uğur Dündar: Tezkere kabul edilseydi, “Türkiye’ye hem Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına engel olma hem de PKK’yı tasfiye etme imkânı sağlayacaktı!” şeklinde görüşler var. Üstelik bunlar sadece AKP çevrelerince değil, birçok emekli Genelkurmay Başkanı tarafından da ileri sürülüyor. Sizce bu görüşler yanlış mı?
Şükrü Elekdağ: Türk askeri birliklerinin ileri hattı Türk tarafınca yağmur hattı olarak anılıyordu. Bu hatla çizilen 25-30 kilometrelik bölge Türk askerine üç dağ silsilesinin güneyine ovalık alana kadar inme imkânı sağlıyordu. (Yani, Türk askeri, ancak dağların üstünde kalabilecekti! S.P.)
Hükümet bu konuda Türk kamuoyunu aldattı! Altını çizerek söylüyorum. Mutabakat Muhtırası’nın hükümleri, Türk askeri birliklerinin PKK yuvalarını bulup tahrip etmesini yasaklıyordu! Türk askeri PKK’ya karşı sadece saldırıya uğraması ve meşru müdafaa için silah kullanmak hakkına sahipti.
Başbakan, “Eğer tezkere geçmiş olsaydı, şu anda Kuzey Irak’ta olurduk ve orada verilen kararlara Türkiye olarak ortak olurduk.” şeklinde bir demeç vermişti. Uğur Dündar’ın bu sözleri hatırlatması üzerine, Sayın Elekdağ bakın nasıl cevap veriyor:
“Sayın Başbakan kusuruma bakmasın ama büyük yanılgı içinde. Çünkü ABD’nin Irak’ı işgali Türkiye’nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç bir insanlık faciasına yol açtı. Nitekim Irak sivil toplum örgütlerine göre, ABD’nin Irak’ı işgali sırasında 1 ila 1,5 milyon sivil öldü. Dul kalan kadın sayısı 2 milyonu, yetim sayısı 4 milyonu buldu. Şu anda Irak dünyanın üç numaralı petrol zengini ülke olmasına karşın 26 milyonluk nüfusunun 7 milyonu açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin inanılmaz basiretsizliği ve ABD askerlerinin korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda vuku buldu. Müzeler soyulup talan edildi.”
“Ebu Garib gibi, insanlığı kendinden utandıran işkence merkezlerinin ortaya çıkması, ABD’nin imajını kararttı, gücüne ve inandırıcılığına çok ağır darbeler vurdu. Wikileaks belgeleri de “Amerikan askerlerinin insanları yakalayıp öldürme konusundaki takıntılı ruh halini” ortaya çıkardı. Irak’ta devlet yapısı çöktü, ülke bölünme sürecine girdi… Türkiye, emperyalist bir devletin peşinden bu insanlık faciasına katılsa, buna ortak olsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı.”
“Tüm Arap ve İslam âlemi kıyamet gününe kadar Türkiye’yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi. Ortadoğu’da önderlikten dem vuran Başbakan’ın böyle bir durumun siyasi sonuçlarını nasıl olup da görmezden geldiğini anlamak çok güç.”
Bu kriz sırasında bir hususu çok iyi anladım. Geçmişten gelip geleceğe uzanan kendine özgü değerlerini genlerine kazımış olan halkımız, kendini savunma içgüdüsü ve sezgisi ile ülkenin varlığına yönelik hayati derecede önemli tehlikeleri, askeri ve sivil bürokrasiden çok daha iyi teşhis edebiliyordu. Büyük kamuoyu baskısı nedeni ile “çantada keklik” olarak görülen tezkere Meclis’ten geçmemişti.
Bu kez halkımız gelişmeleri 2003 yılının başındaki gibi tehlikeli bulmadı. Çok fazla unsur işin içine girdiğinden, gelişmeleri sis perdesi ardından süzmek, uzmanlar için bile oldukça zor. AKP’nin desteklediği tezkereye CHP ve HDP karşı çıkarken, MHP şartlı destek (ne demek oluyorsa!) verdi.
Benim süreçte en güvendiğim kurum Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Geçmiş deneyimleri ve yurtseverlik duyguları ile en doğru hamleleri yapacaklarına inanıyorum. Tezkeredeki konular içinde olsa da Türkiye’nin Suriye ile sıcak bir çatışmaya gireceğine ve ülkemizde çok sayıda yabancı askerin konuşlanabileceğine ihtimal vermiyorum. Türkiye kendi güvenliğini tek başına sağlayabilecek kadar güçlüdür. Bölgedeki aktif unsurların (İD, El Nusra, ÖSO, özellikle PKK ve PYD) tamamı, plânladıkları hedefler itibarıyla Türkiye’ye zarar vermektedir. Türkiye, bunların hiçbiriyle ittifak yapmamalıdır. Ayrıca Türkiye kendi güvenliği için hayati önemde gördüğü, sınırları dışındaki bölgeleri denetim altında tutmalıdır. Bu durumda hiç kimse serbestçe at koşturamaz…
Türkiye kendi yolunda yürümezse, bölgede en çok zarar gören ülke olur!
Amiral Soner Polat