Eskilerin bir tabi vardır: Bereket versin… Bolluk getirsin manâsındaki bu temenni aslında bir ekonomideki alım gücünü anlatan en nostaljik tanım. Çoğu insan, geliri ne olursa olsun geçinemediğinden yakınıyor.
Genellikle bu, halk arasında ‘paranın bereketi kaçtı’ diye yorumlanır. Aslında bu tam da ne kazanırsanız kazanın, paranın yetişmediğini ifade eder. Peki niye? Bunun temelinde ekonominizin ne kadar büyüdüğü değil, ne kadar üretim temelli olduğu gerçeği vardır.
Yetkililerimiz ilk çeyrekte dünyanın çok ötesinde büyüdüğümüzü iddia etse de, satın alma gücümüzdeki erime, hızla battığımızı gösteriyor. Nereden mi anlıyoruz? Biraz çarşı pazar dolaşan bunu zaten görüyor ama en basitinden pazara çıkan insanlar iki hafta üst üste aynı paraya daha az ürün alıyorsa, bunu iliklerine kadar yaşıyor.
Durumu kurtarmaya çalışan sorumsuz yetkililer ise halen ne kadar iyi durumda olduğumuza bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Oysa Avrupa’da bir vatandaşın kendi para birimi üzerinden 100 avroya alabildikleriyle, bizim 100 TL’ye alabildiklerimiz en güzel kriter olarak önümüzde duruyor.
Biz dış güçler masalını dinleyip, dünyanın bizi kıskandığı iddialarıyla oyalanırken, alım gücümüzdeki erime, hızlı borçlanmayı ve geçim sıkıntısını da beraberinde getiriyor.
Diyebilirsiniz ki bu kanaatte değilim. O zaman verilerle konuşalım. Avrupa Birliği İstatistik Ofisi’nin açıkladığı araştırmaya göre satın alma gücü açısından 27 AB ülkesinin yüzde 36 arkasında kaldık. AB ortalaması 100, Türkiye ise 64 birimde.
Elbette bunun içinde 200’ü geçenler de, bizden daha beter durumda olanlar da var. Mesela Lüksemburg 266 ile ilk sırada, Arnavutluk 31 ile son sırada. Ama AB ortalaması 100.
Peki bunun sonuçları ne oluyor? Öncelikle elinizdeki 100 TL, her geçen gün alım gücünü yitiren bir özellik sergiliyor. Yetmiyor; geliriniz artmadığı için borçlanmaya gidiyorsunuz.
Bugün geldiğimiz noktada borçlanma bir türlü durdurulamıyor. 950 milyar TL sınırını aşan tüketicinin finans kesimine borcu, sonuçları itibariyle de alarm zillerini çaldırıyor. UYAP verileri dikkate alındığında Türkiye’de her iki vatandaştan birinin borçlu olduğu görülüyor.
Peki borç yiğidin kamçısı mı? Dünyanın en büyük palavrası olarak bizi 22 milyon adedi aşan icra dosyasıyla muhatap eden bu durum, aynı zamanda yenileri gelmesin diye bankacılık sektörünü krize koşturuyor.
Hatırlayacaksınız ödemede güçlüğe düşenlerin 90 gün sonunda sorunlu alacak sayılması ile ilgili düzenleme 180 güne çıkarılmıştı. Bu süre de 30 Haziran itibariyle doluyordu. Şimdi yeni bir kararname ile sürenin 30 Eylül’e uzatılmasına karar verildi.
Belki kısa vadede insanları rahatlatacak bir çözüm gibi gözüküyor ama şu bir gerçek ki 30 Eylül geldiğinde de insanların bu borçları ödeyecek parası olmayacak ve bankacılık sektörü üzerinden büyük bir gümbürtü kopacak.
Çünkü bu durum borçlanmanın durmasını da sağlamıyor. Mesela sadece 4-11 Haziran haftasında borç 6,5 milyar TL arttı. Yani vatandaş olanak buldukça, ödeyemeyeceği borcun altına giriyor.
Hadi bu işi içimizde çözelim. Dışarıdan para getirir durumu düzeltiriz. Bu da yılların savı, ama uluslararası döviz pozisyon açığında yükümlülüklerin azalması borçların ödendiğini değil, borç ödenirken yeni borç bulunamadığını da bize anlatıyor.
O haliyle bile ekonominin pozisyon açığı eksi 344 milyar TL. Yani bugün hesabı kapatmak için masaya otursak masaya bu kadar nakit para koymamız gerekiyor. En basit tarifiyle böyle tanımlayabilirim.
Eksi bakiyedeki bir ülkede de varlık fonundan gereksiz yatırımlara, halkın geçinmek için borçlanmasından maaş ödemek için borçlanan reel sektöre kadar batak büyüyor; büyüdükçe borçlanma ihtiyacı artıyor; borç buldukça da paranın satın alma gücü yani bereketi kaçıyor.
Hadi bütün bu fotoğrafı tek cümlelik bir fıkra ile bitirelim: Türkiye’de herkes ekonomi yönetimi var zannediyor.