Brüksel’de bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken, kendimizi güçlükle otobüse atabildik. NATO’nun ana karargâhına en yakın durakta inerek, güvenlik noktasına doğru yola koyulduğumuzda, sırılsıklam ıslanmıştık. Hepimiz endişeli bir bekleyiş içindeydik. Yıl 1993 ve ben genç bir kurmay binbaşıydım. NATO istihbarat toplantısına katılacak ekibin bir elemanıydım. Acaba, PKK’yı bir terör örgütü olarak NATO’ya kabul ettirebilecek miydik? Uzun yıllar boyunca Genelkurmay Başkanlığı, NATO’da ve her platformda PKK’yı bir terör örgütü olarak tescil ettirebilmek için göze göz, dişe diş, kıran kırana bir mücadele yürütüyordu.
ABD’nin ve Avrupalıların bitmeyen PKK aşkı hiç sönmez. Batı’nın, PKK’ya olan tutkulu sevdasını en iyi bu toplantılarda anlarsınız. Hamas, Hizbullah gibi örgütlerin üstüne giderek, onları azılı bir terör örgütü olarak zapta geçirtmek, PKK’yı yumuşatmak, sevimli göstermek, teröristi gerillaya çevirmek için şeytanın aklına gelmeyecek müzakere taktikleri yürütürler.
Yıllar yılları kovaladı, güvenlik ortamı değişti, çeşitli görevlerde bulunduktan sonra 2007 yılında bu kez tuğamiral rütbesi ile ve heyet başkanı olarak aynı toplantıya katılmak için Brüksel’deydim. Yıllar geçmiş ama bizim kaygımız bitmemişti. Endişe hep aynıydı: “Bu ikiyüzlü adamlara PKK’nın terör örgütü olduğunu onaylatabilecek miydik?” Toplantı salonundan çok savaş alanına benzeyen bir atmosferde yapılan müzakerelerde istediğimiz sonucu almıştık. Derin bir soluk alarak salondan çıktık ve Ankara’nın yolunu tuttuk.
Sonraki yıllarda Batı başkentlerinden estirilen rüzgârlar kimyamızı bozmaya başladı. Sanki radyoaktif bir çözülme sürecine girmiştik. Kararsız bir duruma doğru sürüklenirken, düşmanlarımız ellerini ovuşturmaya başladı. Açılım saçılım derken, teröristleri tepemize çıkardık. Bebek katili bölücübaşının, devlet üzerinden Nevruz mitinglerine bildiri göndermesi bile olağan karşılanır hale geldi.
Her geçen gün özümüzden uzaklaşıyor, benliğimizi kaybediyorduk. Günün birinde şimdiki MİT Müsteşarı’nın da içinde bulunduğu heyetin Oslo’da PKK’nın azılı katilleri ile gizli bir görüşme yaptığını öğrendik. Hem de bir yabancı ülkenin hakemliğinde! Demir parmakların ardında yüreğim sızladı! Ne büyük bedellerin sonucunda, hem sahada hem de masada durum üstünlüğünü ele geçirmiştik…
Komutanlar, uzun yıllardır BDP’yi PKK’nın temsilcisi olarak görüyor ve bu nedenle onlarla bir arada bulunmamak için Meclis’te verilen 23 Nisan resepsiyonlarına katılmıyorlardı. 23 Nisan 2013’de, bu geleneği de yıkarak resepsiyona katıldılar. Böylece BDP’yi de meşru ve olağan gördüklerini zımnen ilan etmiş oldular. Gazeteler, bu resepsiyonda komutanların dönemin Cumhurbaşkanı ile yaptıkları sıcak sohbetin görüntülerini yayımladı. Cumhurbaşkanı, sabah yapılan Anıtkabir’deki törene katılmamıştı! Komutanlar oldukça mutlu ve neşeli görünüyorlardı.
Eli armut toplamayan Avrupa, doğal olarak bu günleri bekliyordu. Zaten PKK’ya her türlü kolaylığı gösteriyorlardı. Ulusal Egemenlik Bayramını kutladığımız (!) aynı gün Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, PKK’lı teröristleri, “aktivist”, Türk vatandaşlarını ise, “TC vatandaşı” olarak tanımlıyordu. İçerde ve dışarıda muhteşem bir uyum vardı! Ayrıca, “Türk Vatandaşı” tabiri yerine, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” tanımı kullanıldı. Kürt sorunu ise, TC ile PKK arasındaki mücadele süreci olarak tanımlandı. Bu sonuçlar; 142 evet, 35 hayır, 6 çekimser oyla kabul edildi.
İşin daha da acı ve üzücü yönü teklifi veren kişinin, Anayasa gereğince, “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağına; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyet’e ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağına; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağına” büyük Türk milleti önünde namusu ve şerefi üzerine yemin etmiş bir TBMM üyesi olmasıydı.
Avrupa’da pusuda bekleyen çakalların önünü bir Türk (!) vekil açmıştı. Teklifi veren bir BDP’li milletvekiliydi! Türkiye, devletin ağırlığını taşımada zorlanıyor, yavaş yavaş devlet olma vasfını kaybediyordu. Çanlar çalmaya başlamıştı. Ulu Önder, “İç siyaset, dış siyasetten ayrılamaz!” derken, ne kadar da haklıydı!
Bu ahval şerait içinde beklenmeyen bir şey oldu. Cumhuriyet’i kuran Atatürk’ün partisi devletin birlik ve bütünlüğü için büyük riskler taşıyan Açılım Yasası’na onay verdi. CHP zaten bu konuda AKP ile yarışıyor, ona açık ya da örtülü destek veriyordu ama bu kadarını da hiç kimse beklemiyordu. Hep birlikte, dünyada bindiği dalı kesen ilk ve tek ülke olarak tarih yazıyoruz! ABD ve AB ülkelerinin PKK’yı önce temize çıkarmak, sonra da kutsamak için yaptığı çalışmalara yarın değineceğiz…
Amiral Soner Polat
ulusalkanal.com.tr