Güney sınırlarımızın ardındaki tehditler ve TSK

Soner Polat Yazar ulusalkanaliletisim@gmail.com

Emperyalist ülkelerin bitmek tükenmek bilmeyen hırs ve ihtirasları güney sınırlarımızı ateş çemberine döndürdü. Batı, hem Avrasya’nın nefesini tüketmek hem de bu bölgedeki doğal kaynakları denetim altına almak için SSCB’nin çözüldüğü 1990’lı yıllardan itibaren bütün gücü ile bölgeye yükleniyor. Bu arada İsrail’in güvenliği ve üzerindeki baskının azaltılması Batı’nın bir diğer hedefi. Ancak kabul etmeliyiz ki bütün bu yıkıcı ve bölücü projeler, bütünüyle ülkemizin stratejik ve ekonomik çıkarlarına aykırı. Bir türlü algılayamıyoruz ama maalesef Batı, bizim odunumuzla çıkardığı yangınla bizi yakıyor!

Soyut olguları bir kenara bırakarak tamamen somut olaylarla konuyu irdelemeye çalışalım. Irak ile olan sınırımız huzur içindeydi Ancak Batı, Kürtleri bağlı oldukları Irak devletine karşı kışkırttı. O dönemlerde Irak, en fazla ihracat yaptığımız ülkelerin başında geliyordu. Ayrıca, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı ülkemiz için önemli bir gelir kaynağıydı. Bölge karıştı, milyonu aşan, içinde PKK teröristlerini de barındıran Kürt mülteciler Türkiye’ye sığındı. Birinci Körfez Savaşı oldu. Irak’ın kuzeyinde uçuşa yasak bölge ilan edildi. Irak hükümetinin kuzeydeki denetimi her geçen gün zayıfladı. Kürtler palazlanmaya ve bir devlet kurma yolunda adım atmaya başladı. Başıboş kalan bölgede güvenli bir hayat alanı bulan PKK giderek güç topladı ve ülkemizdeki hedeflere karşı hain saldırılar düzenleme fırsatı buldu.

Hem tarihimizin en büyük ekonomik kayıplarına uğradık hem PKK teröristlerini kucağımızda bulduk hem de ülkemizin altını oyacak, siyasi ve bölücü Kürtçülüğü tırmandıracak Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmasına izin verdik. Sadece ülkemizi değil, geniş bir bölgeyi saracak yangına Batı için biz de odun attık.

Uçuşa yasak bölgeyi denetleyen Çekiç Güç ülkemizde konuşlandı; o dönemlerde birbirleri ile kanlı bıçaklı olan Barzani ve Talabani’yi ellerinden tutarak ABD’ye götürdük ve orada barıştırdık; Batı’nın bu kirli girişimine her türlü siyasi ve coğrafi desteği verdik. O kadar ufku geniş (!) ve ileri görüşlüydük (!) ki yüzbaşı seviyesinde muhatap aldığımız iki kişi, Talabani ve Barzani, günün birinde karşımıza Irak Devlet Başkanı ve sözde Kürdistan Başkanı olarak çıkıverdiler. Attıkları postaları, yaptıkları afra tafraları bir kenara bırakıyorum, ülkemizdeki iç siyaseti bile dizayn etmeye başladılar. Başımıza onlarca çorap ören Barzani’yi, “Türkiye seninle gurur duyuyor!” çığlıkları ile karşılayacak kadar gerçeklerden kopmuştuk.

Hiç unutmuyorum, bir televizyon muhabirinin PKK’nın terör eylemlerinin artması konusunu içeren bir sorusuna rahmetli Ecevit şöyle cevap vermişti: “Bunun nedeni, ABD’nin Irak’a müdahalesi sonucunda kuzey Irak’ta oluşan otorite boşluğudur.” Doğaya ve her türlü evrim kuramına karşı duruyor, tarihte eşi ve benzeri görülmemiş şekilde, kendi evini parça parça kendisi yıkan, “izah edilmesi bile mümkün olmayan” bir konuma geliyorduk.

ABD, bilmediğimiz bazı sözler karşılığında bölücübaşı Abdullah Öcalan’ı paketleyip bize gönderdiğinde, arkasındaki gizli tuzağı göremedik. ABD, Öcalan’ı kucağımıza atarak, aslında Kürt meselesini terör boyutundan çıkararak siyasi boyuta taşımanın ilk ciddi adımlarını atıyordu. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, “ABD’nin Abdullah Öcalan’ı bize niye verdiğini hâlâ bilmiyorum!” itirafında bulunmuştu.

ABD ile “Stratejik Müttefik” olduğumuzu iddia edenler vardı ama olayları neden-sonuç çerçevesinde ele aldığımızda, “Stratejik Çırak” tanımı bile bir beden büyük gelmekteydi. Bütün bu gelişmelerden hiç ders almadık. ABD’nin Irak’ı parçalamayı hedefleyen ikinci harekâtına, onlara kendimizi siper eden bir gözükaralıkla koşulsuz destek vermeye kalktık. Ülkemizi tam bir saldırı üssü yapacakken, Allah’tan Meclis’teki duyarlı milletvekillerinin karşı duruşu ile tezkere engellendi ve bizden sonraki nesillerin de altında ezileceği büyük bir ayıptan kurtulduk. Ayrıca ABD ordusu, donanması ve uçakları ile ülkemize girseydi, nasıl çıkarırdık, o da ayrı mesele!

Bütün bu gelişmeler rağmen, ABD’ye ve Batı’ya destek vermeye devam ettik. Hatta onların askerlerinin Irak’taki başarısı için duacı olduk. Bizim de çabalarımız sonucunda Irak, de facto (hukuki değil, ancak geçerli) olarak üçe bölündü. Kuzeyde sözde Kürdistan ilan aşamasında. Batı, İD (eski IŞİD) ile savaşıyor dümeni ile Kürtleri silahlandırmaya başladı. Kürtler bir Türkmen şehri olan Kerkük’ü işgal etti. Musul’da bir terör örgütü, ulusal onurumuzu zedeleyecek tarzda Başkonsolosumuz dâhil 49 kişiyi uzun süre rehin aldı. PKK aldı başını gitti ve bir ülkenin hakemliğinde bu kanlı terör örgütü ile pazarlık yapmak zorunda kaldık.

Suriye ile ilişkiler güllük gülistanlık iken, durup dururken, sırf ABD istedi diye olmayacak işler yaptık. Bu ülkeyi karıştırdık. Ama aslında kendi hayati çıkarlarımıza tekme attığımızın farkında bile değildik. Sonuçta bu ülke ile olan sınırlarımızın terör örgütlerinin denetim altına girmesini kabul etmek zorunda kaldık. Kendi elimizle jeopolitik derinliğimizi azalttık, bütün yurt sathını bir mülteci üssü haline getirdik!

Aklımız fezada olsa da ayağımız yere basmalı! Dost düşman ayırımı yapmasını, maalesef hâlâ öğrenemedik. Öğrenecek gibi de gözükmüyoruz. Basın yayın organlarından takip ettiğimiz kadarıyla, bu konularda yüreğimize su serpen tek husus, son günlerde TSK’nın ülkenin güvenliğini doğrudan ilgilendiren bu alanlarda sağlam adımlar atmaya başlaması. Güvenlik ile ilgili konularda ülkemizdeki en yetkin kurum TSK’dır. TSK içinde kararlar, zaman zaman yanılgılar olsa da, ülke çıkarları gözetilerek alınır. TSK’nın savunma ve güvenlik konusundaki uyarılarını her seviyede ciddiye almalıyız.

Bu coğrafyada kimse kimsenin gözyaşına bakmaz! Irak ve Suriye paramparça oldu. İçerdeki sorunlarımıza rağmen, ülkemizdeki göreli barış ve huzurun tek kaynağı TSK’dır. TSK’yı anlamalı ve ona güvenmeliyiz.

Amiral Soner Polat

uusalkanal.com.tr

Tüm yazılarını göster