Vicdan mahkemesinde yargılanmak

Soner Polat Yazar ulusalkanaliletisim@gmail.com

Hasdal cezaevindeki sandığa oyumu attım ve adeta suçlu gibi kaçarak oradan uzaklaştım. İçimde başa çıkamadığım bir huzursuzluk vardı. Gökyüzü neredeyse tamamen kara bulutlarla kaplanmıştı. Sanki tabiat, içimdeki melankoliye eşlik etmek istiyordu. En sevdiğim volta turlarına çıkmak bile içimden gelmedi. Bir ruhsal çöküntü içimi kaplamıştı. İnşallah, gece uykusu imdadıma yetişecekti!

Sessizce yatağa uzandım. Acı olaylar birer birer, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Tutuklandığımız 11 Şubat 2011 gününün akşamını düşündüm. Kapılar birdenbire üzerimize kapatılmıştı. Arkamızı dönüp baktığımızda, çaresizlik içinde kıvranan yakınlarımız ve İşçi Partisi dışında salonda hiç kimse yoktu! O uğursuz gece, İşçi Partisi ve Türkiye Gençlik Birliği, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bu haksız kararı protesto etmek üzere gösteriler yapmışlardı. İşçi Partisi, eşlerimiz ve çocuklarımızın sesleriniTürkiye’ye duyurmaya çalışıyor, Vardiya Bizde’nin tüm eylemlerine gönülden destek veriyordu. Uykuya dalar gibi oldum ama beş dakika sonra kâbuslarla uyandım.

Her insanın çevresinde görünmez bir duvar vardır. Bu duvarın içerisine eş, çocuklar, anne, baba dâhilhiç kimse giremez! Orada yalnızca kendinizle baş başa kalır, yaptıklarınız ya da yapamadıklarınızın muhasebesini yaparsınız. Orada kurulan vicdan mahkemesinin verdiği hüküm, katlanılamayacak kadar ağırdır. Bütün iç dengelerinizi bozar, ruhsal açıdan sizi alt üst eder.

Gece boyunca saatlerce bir sağa bir sola döndüm. Bir türlü uyuyamıyordum. Sonunda gece 02:30 dolaylarında yataktan kalkarak, koğuşun salon bölümüne geçtim. Kitap okumaya başladım ama geriye dönüp baktığımda, ne okuduğumun farkında bile olmadığımı anladım. Kitabı fırlatarak hızlı ısıtıcı ile su kaynattım ve kendime bir fincan poşet çay hazırladım. En yakın dostuna, can yoldaşına ihanet eden bir kişi neler hissederse, ben de benzer duygularla boğuşuyordum.

Oyumu CHP’ye atmıştım. Rahmetli babam koyu CHP’liydi. Ailece, baraj altında kaldığı dönemde bile bu partiye oy vermiştik. Ama CHP, Birgül Ayman Güler,Dilek Akagün Yılmaz, Emine Ülker Tarhan, Umut Oran, Günkut Acar, Süheyl Batum, Veli Ağbaba ve isimlerini hatırlayamadığım (Beni bağışlamalarını dilerim! S.P) 10-15 milletvekili dışında bize sahip çıkmadı. Aslında TSK’ya, dolayısıyla ulusal çıkarlara sahip çıkmadılar demek daha doğru olur. Bu milletvekillerinin çabaları da tutarlı, inandırıcı, ikna edici ve sonuç alıcı bir politikaya hiçbir zaman dönüşemedi.

CHP denizlerdeki dalgalar gibiydi. Kâh dalga tepesi üzerine çıkarak, “Özel yetkili mahkemeler taraflıdır!” diyor, kâh dalga çukurunda kaybolarak, “Darbeciler (!) yargılansın!” söylemini dillendiriyordu. Bir gün dalga tepesinden seslenerek, “Genelkurmay Başkanı nasıl terörist olur!” garabetini tertipçilerin suratına çarpıyor, hemen ertesi gün, “Ama demokrasilerde andıç olmaz ki!” diyerek kendi kendini tekzip ediyordu.

Neyi, niçin, ne amaçla istedikleri belli değildi. Bugün bile nereye rota çizdiklerini kimse bilmiyor. İnanılmaz bir dönüş yaparak AKP-PKK açılımının dışarıdan destekçisi oldular. Avrupa Özerklik Şartı’nı bütün unsurları ile kabul etmek gibi, Ulus devleti hedef alan iç ve dış girişimlere kayıtsız şartsız destek veriyorlar. Genel Başkanları, “Ben Dersimli Kemal söz verdim, yolumdan dönmem!” diyor. Adama sormazlar mı, “Ülkemizin geleceği konusunda birilerine söz verme hakkını kimden alıyorsunuz?”

John Steinback’in Gazap Üzümleri (TheGrapes of Wrath) adlı romanı birinci sınıf bir edebiyat klasiğidir. Bu anıt eseri okuduktan sonra bir hafta kendime gelemedim. Muhteşem bir finali vardır. Açlık ve sefalet nedeniyle bebeği ölü doğan acılı anne, aynı gün gelen sel baskını nedeniyle köhne kulübeyi ailesi ile birlikte terk etmek zorunda kalır. Şiddetli fırtına nedeniyle ilk gördükleri kulübeye sığınırlar. Kulübede küçük bir çocuk ve hareketsiz yatan bir adam vardır. Çocuk seslenir: “Babam açlıktan ölmek üzere; bulduğu her şeyi bana yedirdi; kendisi hiçbir şey yemedi!” Acılı anne birden ileri doğru fırlar, bir göğsünü açar ve adamı emzirir!” Roman orada biter.

İşçi Partisi her aklıma geldiğimde, romandaki anneyi görür gibi oluyordum. Onlar da bu anne gibi yaralıydı, hançer saplanan sırtlarından kan damlıyordu, onlarca mensubu esir alınmıştı. Kendi kurumumuz, silah arkadaşlarımız bile bizlerle yollarını ayırırken, onlar bize kucak açmıştı. Hiç görmediğim bu insanların beni bağırlarına basacağını biliyordum ama yine de boğulmak üzere iken bana can simidi atan birine ihanet etmiş gibi, kendi kendimle bir türlü hesaplaşamıyordum.

Elimizi vicdanımıza koyduğumuzda, mensubu olmasak bile, İşçi Partisi’nin bu karanlık dönemin parlayan yıldızı olduğunu kabul etmeli, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeliyiz! Hani Yunus Emre, “Bir ben vardır bende benden içeri” diyordu ya! Burada sadece kendi hikâyemi, “benim, içimdeki benle kavgasını” naklederek, bu Parti’ye haksızlık yapmak istemiyorum. İşçi Partisi; ülkemizi, milletimizi, Cumhuriyetimizi, milli menfaatlerimizi, ulusal onurumuzu (Sözde Ermeni Soykırımı ile mücadele), ekmeğimizi hedef alan her girişime cepheden karşı çıkarak bu toprakların partisi olduğunu, büyük bedeller ödeyerek defalarca ispat etmiştir.

Keşke CHP’yi İşçi Partisi’nin kadroları yönetseydi!

Amiral Soner POLAT

Tüm yazılarını göster