Sözcü gazetesinin 9 Ağustos 2014 günü sürmanşetten verdiği haber, “Egemenliği Antlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalık (EGAYDAAK)” sorununu yeniden Türkiye’nin gündemine taşıdı. Ulusal Kanal da bu konu ile ilgili haberler yaptı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin gölgesinde kalan bu haber, aslında daha fazla ilgiyi hak ediyor ama ulusal çıkar odaklı konular, maalesef Türk insanının fazla ilgisini çekmiyor. İçe dönük, çevremize ve dünyaya sırtımızı dönerek yaşamaktan keyif alıyoruz. Bu nedenle etrafımızdaki çemberin giderek daraldığının farkında bile değiliz!
Öncelikle, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, sorunun özü hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Uluslararası hukuk gereğince, bir ülkenin belirli bir toprak parçası üzerinde egemenlik hakkı ileri sürebilmesi için bu alanın bir antlaşma ile kendisine devredilmesi gerekmektedir. Hiçbir koşulda otomatik olarak hükümranlık hakkı doğmaz!
Yunanistan’a; Londra (30 Mayıs 1913), Atina (14 Kasım 1913), Altı Büyük Devlet Kararı (13 Şubat 1914), Lozan (24 Temmuz 1923) ve Paris (10 Şubat 1947) antlaşmaları ile isimleri resmen zikredilen, Osmanlı Devleti, Türkiye ve İtalya’ya ait ada ve adacıklar devredilmiştir. Hiçbir ülke Yunanistan’ın bu konudaki egemenlik hakkına karşı çıkmamaktadır.
Ancak Yunanistan bu antlaşmaların bütünüyle dışında, hiçbir antlaşmanın konusu olmayan Ege’deki 150 civarındaki, irili ufaklı ada, adacık ve kayalık hakkında tek taraflı olarak hak iddia etmektedir. Bu çerçevede, kendi ana kıtasına yakın bu tür adalarda herhangi bir faaliyette bulunmazken, Türkiye’ye yakın adalarda devlet uygulaması tabir ettiğimiz, iskele, liman, fener, helikopter pisti, kilise gibi inşa projeleri ile egemenlik iddialarını pekiştirmeye çalışmaktadır. Son dönemlerde işi daha da ileri götürerek bu adalarda askeri faaliyetlerde bulunmaktadır. Sözcü gazetesinin haberine konu olan Bulamaç ve Kalolimnoz adaları EGAYDAAK statüsünde askeri faaliyete konu olan adalar arasındadır.
Sorun, büyük bir tesadüf eseri Figen Akad isimli Türk ticaret gemisinin 25 Aralık 1995 günü Kardak’ta karaya oturması ile Türkiye’nin gündemine girmiştir. Gerginlik, kısa sürede krize dönüşmüştür. Bu krizde Türk Dışişleri Bakanlığı ile Yunanistan’ın Ankara Büyükelçiliği arasında nota teatileri yaşanmış ve böylece bu ihtilaf, resmi bir nitelik kazanmıştır. O dönemde izlenen milli politikalar nedeniyle Türkiye, bu sorunda ilkeli ve kararlı bir duruş sergilemiştir.
Türk Deniz Kuvvetleri, 1996 yılının Ocak ayının sonunda çok kısa süre içinde olaya müdahil olmuş, Kardak adacıkları civarında kısmi deniz kontrolü sağlamış, olaya Yunan Deniz Kuvvetlerinin müdahil olmasını engelleyerek inisiyatifi ele geçirmiştir. Böylece Yunanistan geri adım atmak zorunda kalmış, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları arasındaki karşılıklı suçlamalar, Yunan basınının manşetlerine taşınmıştır. Bu olay sonrasında Yunan Silahlı Kuvvetlerinin teşkilat yapısında köklü değişikliklere gidilmiştir.
Konu yaşamsal önemdedir. Çünkü ada, adacık ve kayalıkların, 1982’te Karakas’ta imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi hükümlerine göre kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeleri bulunmaktadır. Bu konu Türkiye ile Yunanistan arasındaki karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge gibi ihtilaflı sorunların çözümüne de tesir edecekti. Türkiye’nin bu hakkından vazgeçmesini gelecek kuşaklar asla affetmez!
Ege’de zaten adil olmayan bir düzenleme ile kendi karasularına neredeyse hapsedilen Türkiye, bu konuda da geri adım attığı takdirde, Ege’de boğulma riski ile karşı karşıya kalacaktır. Üzülerek söylemeliyim ki konunun önemini kavrayamayan Türk basını, “birkaç kayalık için sorun çıkarılır mı?” türünden yüzeysel yaklaşımlarla kamuoyu oluşmasını engellemektedir. Türk sineması da bu konu ile alay eden filmler çevirmiştir. (Özcan Deniz’in başrolde olduğu filmde bir kayalık nedeniyle Türk-Yunan ihtilafı doğar. Tam da çatışma arifesinde deprem neticesinde ada sulara gömülür ve sorun hallolur!) Benzer bir sorun için Çin ve Japonya’nın neredeyse savaş noktasına geldiği ve ABD’nin Japonya lehine müdahale seçeneklerini tartıştığı unutulmamalıdır.
Yunanistan, devlet ve basın olarak bu konuda Yunan ulusunu dinamik ve canlı tutarken, Türkiye’de bu sorunTürk milletinden gizlenerek kapalı kapılar ardında müzakere edilmektedir. Yunan devlet adamları, basın karşısında kendi görüşlerini cesurca savunurken, Türk devlet adamlarının ne söyledikleri anlaşılamamaktadır.
Kardak’ta 20 yıl önce kükreyen Türkiye, daha büyük olaylar yaşanırken niçin şimdi kuzuların sessizliğine bürünmüş! Bu durumun oluşmasında Ergenekon, Balyoz gibi davaların bir rolü olabilir mi? Her şeye rağmen Türkiye, bir an önce bu konudaki ulusal politikasını belirlemeli, meseleye yönelik tezlerini uluslararası kamuoyuna duyurmalı ve bu tezleri destekleyecek siyasi ve stratejik tedbirleri uygulamaya koymalıdır. Devletimizden, en az Güneydoğu’da olduğu kadar, cesur adımlar atmasını bekliyoruz!
Amiral Soner Polat
ulusalkanal.com.tr