Son dönemde ABD’den Fransa’ya, Çin’den İngiltere’ye kadar dünya hızla iktisadi savunma pozisyonu alıyor. Dünya ekonomisinde yaşanan daralma, ardından parasal genişlemenin FED tarafından sonlandırılması, Avrupa Merkez Bankası’nın hamlelerinin fos çıkması, faiz arttırma sürecine girilmesi önemli dönemeçlerdi.
Fakat hepsinin ötesinde pimi Ukrayna operasyonu sırasında Rusya’ya yönelik uygulanan strateji çekti. Zaten sürdürülemez bir biçimde arz fazlasına sahip olunan dünyada, beklenen daralma, petrol fiyatlarının üçte bir seviyesine gerilemesiyle birlikte erkene çekildi.
Petrol fiyatlarının düşmesi sadece Rusya’yı vurmadı. Körfez ülkeleri başta olmak üzere Brezilya’dan Azerbaycan’a herkesin ekonomisinin ve bağlantılı olarak talep seviyesinin olumsuz etkilenmesine neden oldu.
Rusya’nın ithalat yerine iç üretimi esas alan enerji dışı sektörlere kayması, buna yönelik strateji açıklaması, Trump’ın seçilmesinin ardından ABD’de üretim çağrısı, peşine kazanç / külfet dengesini katması, May’ın açıkladığı İngiltere’nin yeni stratejisi, Çin’in iç piyasa esaslı yeni politikası, Fransa’nın dünyadaki firmalarını geri çağırma eğilimi olayın boyutunu daha da büyüttü.
Şimdi Avrupa Merkez Bankası, son çalışmasında yine ‘korumacı politikaları bırakın’ çağrısı yaptı. Esasen bu vurgu, IMF’den G20 toplantılarına kadar son dönemde her platformda dillendirilir ve tavsiye edilir oldu.
Hatta bu çerçevede gelişmekte olan ülkelerin yapısal reformlar yapması gereğine işaret edildi. Bir dip not vermek gerekirse, zikredilen yapısal reformların, Türkiye’nin aslında ihtiyacı olan gerçek değişim ve yapılanmayla uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor.
Temelde ‘siz açılın, biz satalım’ prensibi üzerine kurgulanmış, gelişmiş ülkelerin korumacılık yaparken, ilaveten mal ve risk satma ihtimalini de gündemde tutması üzerine kurgulanmış bir senaryodan bahsediyoruz.
Peki tüm bu fotoğraf içerisinde korumacılık neden yükseliyor? Bunun iki temel sebebi var. Sebepleri saymaya da Avrupa Merkez Bankası’nın çağrının peşine taktığı ‘dış ticaret açığınız artar’ vurgusuna gizlenmiş, malın birim maliyetindeki yükseliş kaygısına mercek tutarak bakalım.
Dünyada parasal genişlemenin olduğu dönemde oluşturulan kredi mekanizması, ‘borç ver, kendi malını sat’ prensibiyle hayat buluyordu. Dünyada parasal genişlemenin sonlandırılması ve artık kredi havuzunun likit sıkıntısı, döngüyü sert kırdı. Bu birinci sebep...
Bağlantılı olarak da ikinci sorun ortaya çıkıyor. Finansla coşkulanamayan ve daralan dünya pazarı, sürekli para akışı olacak hesabı üzerinden talebin kat be kat üzerinde yaratılan arzın boşa düşmesine neden oldu. Bu arz fazlasının elenmesi, yani firmaların sayısının azalması, bunların kapanması kaçınılmaz.
Bu durum da ülkelerin kendi gerçeklerinde işsizlik tehlikesini hortlatıyor. Dünya birim maliyet ile ilgili kaygıların, işsizlikten doğacak sorunlardan daha katlanabilir olduğunu düşünüyor. Bu nedenle de üreticisini geri çağırıp, iç ve civar pazarda ayakta kalabilmenin yollarını arıyor.
Bu devir globalleşme sürecinin noktalandığının da ilanıdır. Çünkü finanse edilemeyen bir sistemin yürümesi mümkün değil. Artık korumacılığın öne çıktığı bir süreci yaşayacağız. Fakat bahsi geçen korumacılığın da, alışılagelen tanımdan farklı olduğunu belirtmek gerekir.
Bu, ülkelerin kendi içlerine kapanması değil, bölgesel korumacılıklar üzerinden kendi yağında kavrulması ilkesi üzerinden şekilleniyor. Şimdi bu fotoğrafın ortasında da kendimize sormamız gereken soru şu:
İç piyasaya yönelik üretim yeteneğimizi büyük ölçüde zaafa uğratmış bir ülke olarak, kendi pazarımıza nasıl hakim olacağız? Ayrıca paktlar üzerinden bölgesel dayanışma esas olacaksa, Türkiye kiminle omuz omuza verecek?
Müşterilerimize bakalım. Güneyimiz yanıyor; Rusya ile barışma sürecine rağmen ekonomik yaptırımları azaltmıyor, AB ülkeleriyle de kavga ediyoruz ve geleceğin ekopolitik savaşının ortasında yalpalıyoruz. Hadi çık çıkabilirsen işin içinden.
Çetin Ünsalan