ABD, AB ve İsrail’in Irak politikasının en önemli parametrelerinden birisi de, ne pahasına olursa olsun Türkiye’yi Irak’tan uzak tutmaktır. Bu nedenle ABD’nin Irak’a müdahalesinden hemen sonra Iraklı Türkmenler Batı’nın öncelikli hedefi haline gelmiştir. Türkmen mezarlıklarına saldırılmış, tapu kayıtları yakılmış, seçmen belgelerinde usulsüzlük yapılmış, ABD karargâhında seçim sonuçları Türkmenler aleyhine değiştirilmiştir.
Ama bunlardan daha da önemlisi,ABD Telafer ve Tuzhurmatu gibi Türkmen nüfusun yoğun olduğu şehirlerde, Türkmenlerin coğrafi bütünlüğünü bozmak için, Kürtleri de maşa olarak kullanmış, terörist faaliyetleri teşvik etmiştir. ABD’nin hazırladığı Irak Anayasası’nda Türkmenlerin de kurucu ulus olarak yer almasına tüm Batı ülkeleri karşı çıkmıştır. Türkmenler Kürtlerin insafına mecbur ve mahkûm bırakılmıştır.
Türk kimliğinin yok edilmesi sıradan bir tartışma haline gelmişken, T.C. tabelaları birbiri peşi sıra kaldırılırken, Türk milliyetçiliği ayaklar altında ezilirken, Türk Bayrağı indirilip, yerine Mahsun Korkmaz gibi azılı teröristlerin heykelleri dikilirken bile sükûnetini muhafaza eden anavatandaki Türklerin Irak’taki soydaşlarına destek vermesini beklemek fazla gerçekçi olmaz!
Bu yönde izlenen politikalar ise en iyi şu sözlerle özetlenebilir: “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra!” İşin daha acısı, sanki PKK terör örgütü Patagonya’da faaliyet gösteriyormuş gibi, Türk dış politikası Kürtlerle müttefiklik esasına dayandırılmış, Türkmenlere üvey evlat muamelesi yapılmıştır.
Musul bilindiği üzere, Cumhuriyetin ilk yıllarında, İngilizlerin dümende olduğu Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti, döneminin Birleşmiş Milletler benzeri teşkilatı) dalaveresi ile (Karar Tarihi: 16 Aralık 1925) Türkiye’den koparılmıştır. İhsan Ş. Kaymaz, “Musul Sorunu” adlı eserinde bakın olayı nasıl betimliyor:
“… alınan kararın içeriği, örgüte tanınan yetkinin sınırlarını büyük ölçüde aştığı gibi Milletler Cemiyeti’nin kuruluş antlaşmasında yer alan temel ilkelerle de çelişmektedir. İşi kitabına uydurup…çeşitli hileler, çevrilen dolaplar, kurulan tezgâhlar, Türkiye’ye karşı kapsamlı, örgütlü ve sistemli bir eylem birliği içinde hiçbir kural ve ölçüte bağlı kalmaksızın hareket edildiğini ortaya koymaktadır. Hukuksal olarak bir takım terimlerle hafifletilmeye de çalışılsa, Türkiye’ye karşı bir haksızlık yapıldığı çok açıktır.”
Türkiye, 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye, İngiltere ve Irak arasında Ankara’da imzalanan, “Türkiye-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşması” ile Cemiyet-i Akvam’ın bu kararını kabul etmiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 6 Haziran 1926 tarihinde, bu antlaşmanın “Meclis’te Onaylanması” gündemli toplantısı çok sert ve kırıcı tartışmalara sahne olmuştur. Genel bir hoşnutsuzluğun olduğu, çok sayıda üyenin antlaşmaya şiddetle karşı olduğu görülmüştür. Buna rağmen, ertesi gün (7 Haziran 1926), ikinci dönem için seçilen 286 milletvekilinin sadece yarısının katıldığı oturumda TBMM antlaşmayı onaylamıştır.
Aynı gün dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey’in Meclis’te yaptığı konuşma ilginç ve dikkat çekicidir. Bir kesit sunalım: “Cihanın ve Şark-ı Karibin sulh ve huzûru ve Irak’ın istiklal-ü saadeti namına, Büyük Britanya İmparatorluğu ile münasebatımızı normal bir hâle getirmek için yegâne muallâk kalan bu arazi meselesinde fedakârlıklara katlandık. Nihai maruzat olarak, işin sükûnetle ve sulha muhabbet hisler ile mütalea olunarak karar verilmesini istirham ederim.”
Biz Türkler sadece bugünü yaşıyor, geçmiş ve gelecek ile ilgilenmiyoruz.Ama Batı’nın çok iyi bildiği bir konu var. Eğer Musul’un statükosunda bir değişiklik olursa, en fazla söz hakkı olması gereken ülke Türkiye’dir. Çünkü Türkiye, Musul’un Irak’tan önceki son sahibidir ve uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan hak ve ödevleri vardır.
Gizli tarihe biraz meraklı olanlar Musul konusunda Atatürk’ün İnönü’ye, O’nun da Ecevit’e aktardığı vasiyeti bilirler. Atatürk’ün yaşadığı her an Hatay ve Musul’u hiç aklından çıkarmadığını biliyoruz. Yalçın Küçük Hoca kitaplarında bu konuları çok güzel işler.
Batı’ya göre Türkiye, günün birinde bu gerçeklerin farkında olan nitelikli önderler tarafından yönetildiğinde, Musul konusunda daha aktif bir politika izleyecektir. Batı açısından, Türkiye’nin bu yönde ileride atabileceği adımları şimdiden engellemenin en etkili yolu, Türkiye’nin güneyindeki jeopolitik dengesini bozmaktır.
Hatırlayalım! Sovyetler Birliği Türkiye’nin Türk dünyası ile bağını koparmak için Ermenistan’ı bir hançer gibi Türkiye ile Azerbaycan’ın arasına yerleştirmiş, Stalin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Gürcistan’ın Türkiye sınırında yaşayan Ahıska Türklerini bir bahane iç kısımlara zorla göç ettirmişti. Kışın aylarında yaptırılan bu zorunlu göçte Türklerin yarısı hayatın kaybetmişti. Hedef Türk jeopolitiğine Doğu’dan balta indirmekti.
ABD, AB ve İsrail ile birlikte tıpkı SSCB’nin bir zamanlar yaptığı gibi, Türkiye’nin güney sınırındaki manevra alanını daraltmak için bütünlük arz eden Türkmen coğrafyasını dağıtmıştır. Ayrıca, terörü silah olarak kullanan bölücü Kürtler ile El Kaide ve türevi kanlı terör örgütleri Türkiye’ye komşu yapılmıştır. Bu girişimler, Türk jeopolitiğine açık bir saldırıdır. Ama ne yazık ki Türkiye’de bu jeopolitik saldırıyı algılayabilecek bir devlet birikimi yoktur!
Bütün bunları söyledikten sonra bir konunun altını kalın kalemle çizmeliyiz. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve ulusal birliğinin sağlanması Türkiye’nin yararınadır. Ama Irak bir ve bütün olarak kalmayacaksa, Türkiye’nin hak ve çıkarlarının Batı tarafından ona buna peşkeş çekilmesine asla izin verilmemelidir.
Çünkü bu durum Musul’a, zengin hidrokarbon kaynakları ile birlikte, IŞİD’i paravan olarak kullanan devlet ya da devletlerin güdümündeki oluşumların el koymasına zımnen onay vermek anlamını taşır. Bu ise devlet düzeyinde jeopolitik yenilginin kabul edilmiş olduğu anlamına gelir! Stratejik kayıpların yanı sıra ekonomik olarak da, tıpkı Doğu Akdeniz’de olduğu gibi, kaymağı başkaları yerken, ayak işlerini (topraklarımızdan boru hattı geçirmek, dışarıya pazarlamak vb.) biz yaparız!
Amiral Soner Polat
ulusalkanal.com.tr