Gazete ve televizyonlar durmaksızın Atatürk’ün heykelleri ve tüm hatıralarına yapılan nankör, bilinçsiz, duygusuz ve kalpsiz saldırıları heyecanla okuyucularına aktarıyorlar. Olaylar öylesine ahlaksız ve iğrenç boyutlara tırmandı ki Genelkurmay Başkanlığı bile internet sitesinde bu yöndeki üzüntülerini halkımızla paylaşma ihtiyacı duydu. İçim parçalanarak söylemek istiyorum ki Ortaçağ’dan ilham alan karanlık kesimlerin bu tür alçakça girişimleri ne bir ilktir ne de son olacağa benziyor.
Hatırlayalım, 1940’lı yılların sonlarından itibaren yine gericiler gemi azıya almış ve Atamızın heykel ve sembollerine karşı sistematik saldırılar başlatmışlardı. Ancak Türk Parlamentosu’ndaki, ahde vefa duygusu yüksek (!) milletvekillerinin muhalefeti nedeniyle, “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarılamamış, ilgili kanun, 7 Mayıs 1951 günü 146’ya karşı 141 oyla reddedilmişti.
Demokrasi aşığı (!) mebuslarımız, “Kişiye özel kanun olur mu?” demişlerdi! Bu yasa, doğuştan bizden olmayan ama Türk’e her vesile ile kol kanat geren Ord. Prof. Dr.Ernest EduardHirsch’in(1902-1985) ön ayak olması ile Meclis’ten güçlükle geçebilmişti. Prof. Hirsch’in, çok bilen (!) milletvekillerinesöyledikleri, bugün için de geçerliliğini koruyan tam bir ibret vesikasıdır. ”Hayatta olmayan bir kişi için nasıl ayrıcalık olur; biz burada bir devlet kurucusunun manevi şahsiyetinden bahsediyoruz!”
Sizleri bilmiyorum ama inanın bir Türk olarak, bir devlet kurucusuna, bütün dünyanın örnek aldığı bu efsane şahsiyete reva gördüğümüz bu davranışlar nedeniyle kendimi tüm insanlık önünde rezil bir duruma düşmüş gibi görüyorum. CNN, BBC gibi televizyonlarda, dünya kamuoyunu yönlendiren belli başlı gazetelerde bu tür haberlerin çıkması bir Türk için utanç kaynağı değil midir? Ne oldu bize! Nasıl bu durumlara düştük!
İsterseniz, geçmişe doğru kısa bir yolculuğa çıkalım ve ne kadar vefalı (!) olduğumuzu zapta geçirelim:
Birinci Dünya Savaşı sonrası. Ne durumda olduğumuzu hepiniz biliyorsunuz. İlahi bir yardım eline ihtiyacımız var! Sadece topraklarımız değil, Türklük de yok olacak! İmdada, “Türkler bütün işlerini bana bırakıyorlar!” diyen yüce Yaradan koşuyor. Elin yabancısı (Daniel Dumoulin) bile işin farkında. Bakın, ne diyor: “Türkiye, Ulu Önder’i Allah’a borçlusun! Geriye kalan her şeyi de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e!”
Tanrı, tarihin akışını değiştiren, bin yılların dâhisi Büyük Önder’i Türklerin kaderine ortak etmesine etti ama Türkler için hiçbir şey kolay değildi!Mustafa Kemal Paşa, 7 düvel ile boğuşurken, içeride de irtica ve bölücülük batağına saplanmış Türklerin ihanet darbelerinin hedefi oluyordu.
Askere gitmek istemeyen medrese öğrencileri Gazi’yi çileden çıkarıyordu. Yunan’ı üstümüze salan Büyük Britanya Krallığı için İngiliz Muhipleri (sevenleri) Derneği bile kurmuşlardı.
Türk’ün ölüm kalım savaşında, düşmanla işbirliği yapan eski Şeyhülislam Mustafa Sabri isimli şahıs, Yunanistan’da yayımlanan, şiir olduğunu iddia ettiği şu sözleri ile Türklük’ten istifa etmişti:
“Yalnız Müslüman ve insan olarak kalmak üzere, Türklük‘ten şeref ve izzetimle istifa ediyorum, Allah’ın huzurunda. Tövbe Yarabbi, tövbe Türklüğüme. Beni Türk milletinden addetme!” Bu şahıs, ümmet fikrine sarılsa hadi neyse. Ama sözlerini Arap milliyeti ile iftihar ederek tamamlıyordu.
Mustafa Kemal, öncüleri subaylardan oluşan bilinçli ve yiğit Türklerle, bazı Türklere rağmen düşmanları topraklarımızdan defetti ve yönetim şekli Cumhuriyet olan bağımsız bir devlet kurdu. Türk, artık onun bunun kulu, tebaası, müridi, marabası, uşağı değil, Cumhuriyetin onurlu ve özgür yurttaşıydı.
Atatürk, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Endüstrileşme ve Bilim Temelli İdare gibi yüzyıllar alacak gelişmeleri 10-15 yıl gibi kısa bir zaman süresine sıkıştırarak, gerçek bir Türk mucizesi gerçekleştirmişti.
Gelmiş geçmiş en büyük Türk milliyetçisi olan Atamız, Türklere tarihte ilk kez ismi Türkiye olan bir ülke armağan etmişti. Yergi şiirinin üstadı Neyzen Tevfik, Türk’ün dönüşünü bakın nasıl anlatıyordu:
Kaynıyor çok şükür aşı ocakta,
Var imiş keramet kara kalpakta,
Dört yüz yıl büzüldü taşta toprakta,
Üç parmak uzadı yorganı Türk’ün!
Türkler artık ülkelerinde söz sahibiydi, kimse onlara yan gözle bile bakamazdı. Gazi, “en büyük servetinin, Türk olarak doğmak olduğunu” söylüyordu. Acaba, bu önemli dönüşüm Türkler için bir şey ifade ediyor muydu? Yurttaş olmanın gurur, heyecan ve sorumluluğunu taşıyabilecekler miydi?
Atatürk’ün ölümünden sonra ve hatta bugün bile, içimizden çıkanlar, her şeylerini borçlu oldukları o eşsiz insanın, erişilmez Dâhi’nineserlerine ve hatıralarına saygısızlık edecek, işi heykellerini yakıp yıkmaya kadar götüreceklerdi. Türkler, O’na cepheden karşı olan siyasi akımları art arda iktidara getirerek ahde vefa(!) duygularını göstereceklerdi.
Küresel dünyanın, gerici ve bölücü odakların bütün çabasına rağmen, Türk milletinin yaklaşık yüzde 30- 35’ini oluşturan bilinçli kesim, Ulu Önder’ini hiç unutmadı. “Ya zaten bunların bütün oyu bu kadar!” diye küçümsenen bu kesim, bu ülkedeki her gerçek ilerlemenin öncüsü oldu.
Okuyan, yazan, düşünen, üreten, öğreten, katma değer yaratan, ulusal çıkarların neler olduğunu ortaya çıkaran, ölen ve sakat kalan, bu ülke için zindanlarda çürüyen, ülkenin güvenliğini sağlayan hep onlar oldu.
Aslında, Osmanlı’daki kadersiz Türklerin yerini onlar aldı. Onlar çalışarak, mal ve hizmet üreterek, vergi vererek diğerlerini besliyor, koruyor ve yaşatıyor, hazır yemeye ve kaçak elektriğe alışan kesim, önlerine konanın gerçekte kimin cebinden çıktığını düşünmeden, iftar ve yardım çadırları önünde uzun kuyruklar oluşturuyorlardı.
İşgal ettikleri kamu arazisinde verilen tapular, kömür, gıda paketi ve çeyrek altınlar karşılığında verdikleri oylarıyla, kendilerini yaşatan kesimin ezilmesine dolaylı olarak vesile oluyorlardı. Evinin önündeki gaz tenekesi için kaptığı bıçakla komşusuna saldıran kişi, ülkesinin tüm maddi ve manevi değerlerinin ayaklar altında ezilmesinden hiç de rahatsızlık duymuyordu.
Oyunu açlıktan ölse bile satmayan onurlu Türkler, bu konuda diğerlerini suçlamıyorlar, hatta onları seviyorlar, aydınlatılmaları gerektiğine inanıyorlar, çeşitli küresel dalaverelerle kandırıldıklarını düşünüyorlardı. Atatürk’ün çağdaş ve aydınlık yoluna giren bu kesim, hiç eğilip bükülmemişti. Oylarını hep bir partiye vermişti.
Kandırılmaya müsait olan çoğunluk ise, sürekli olarak oy verdiği partileri değiştiriyordu. Bir değerler silsilesi oturtamadığından, bu kesim için kendi çıkarları her şeyin önündeydi. En çok sadakayı kim inandırıcı olarak taahhüt etmişse, oylar oraya akıyordu.
Eksen sürekli kayıyor, kayıyor, kayıyordu. Oynak ekseni iyi bilen kasaba politikacıları, iki anahtar ile yola çıkıyor, gecekondu tapusu ile mola alıyor, her köye bir üniversite sloganı ile seyahati tamamlıyorlardı.
Ama şimdi dik duran Türkler de şaşkınlık içerisindeydi. Ülke her yönden kuşatılmışken, tarihe yön veren partileri, küresel çetelerin, cemaatçilerin, mevki makam sevdalılarının, Sorosçuların, açılımcıların, Atatürkçü olmayan ve kendilerini Türk olarak hissetmeyen mezhepçilerin, numaralı cumhuriyetçilerin eline düşmüştü.Hatta düşmanlardan bile ileri giderek, “Türkler Anadolu’yu işgal eden Yunanlılara katliamı yaptı!” diyenler bile vardı. Ama Atamız bunu da görmüş, “Bu partinin benim partim olarak kalacağını nereden bileceğim?” demişti.
Hiç kimse heveslenmesin! Nal toplayacaklar… Dirisi yedi düvele diz çöktürmüş, emperyalizmi ilk kez muharebe meydanlarında hüsrana uğratmış, tüm mazlum ülkelere ilham kaynağı olan bir devlet düzeni yaratmıştı. Heykellerini yakarak yıkarak O’nun ölüsünü yeneceklerini sananlar aldanıyorlar. Ölüsü bile onlara yetecek!Bu topraklarda hiç kimse O’ndan daha güçlü bir ışık yakamaz!
Amiral Soner Polat
ulusalkanal.com.tr