Bazı Facebook arkadaşlarımın yeri ayrıdır. Paylaşımlarından yararlanırım. Beni düşündürürler. Takdir ederim hatta yapabildikleri şeyleri kendim yapamadığım için kıskanırım.
Bunlardan biri Antalya'dan Murat Kaplan Hoca. Üniversite hocası, savunma sanatları hocası, yüz okuma hocası; şu hocası bu hocası, hocaların hocası bir güzel insan. Gene hoş bir paylaşım yapmış. Karmakarışık bir oda resmi koymuş. Özetle,
"Evlerinde, odalarında, çekmecelerinde, çantalarında kaos olan kişilerin zihinleri ve algıları da kaotiktir; böyle insanların zihinlerinde de düzen olmaz, olamaz. Zihnini ya da ruhunu bir düzene sokmak isteyenlerin öncelikli işleri, içinde yaşadıkları ev ve odalarını, kullandıkları çekmece ve çantalarını düzene sokmak olmalıdır." diyor.
Kimi dostları hak vermiş, kimi karşı çıkmış.
Doğrusu, benim masam hep resimdeki gibi olmuştur. Ne kadar büyük masa alırsam alayım sonunda karışır. Küçük ve tertemiz masasında 16 kitap yazmış, artık aramızda olmayan sevgili arkadaşım Erol Sever bana hep söylerdi:
- Yahu hemşeri şu aldığın şeyi yerine koymayı bir öğrensen.
Bir iki yapmaya çalışırdım ama benim devasa masa gene yukardaki şekle dönerdi. Sonuç: Aradığımı bulamazdım hala da bulamam. O aradığım şeyi hiç aramadığım zaman görürüm. Kendi kendime kızarım.
Gereksiz zaman kaybı.
Murat Hoca'nın dediğine tamamen katılıyorum. Onu ve disiplinli, planlı, programlı yaşayabilenleri kıskanıyorum. Ne ki, dediğini kesinlikle yap(a)mıyorum. Belki bu tarz yaşam kolayıma geliyor. Macerayı, o anı yaşamayı, anında karar vermeyi, günü birlik yaşamayı seviyorum.
1970'li yılların başları, İsveç... Uzun zaman memlekete gitmemişim. Bahar aylarındayız. Limonata gibi bir akşam. Fåfängan Tepeleri'nden denizi seyrediyorum. Elimde buz gibi bira, önümde kuru kavrulmuş fıstık. Stockholm'ü dinliyorum gözlerim kapalı Orhan Veli misali. Bafa'nın dağlarını, baharını düşünüyorum. Kulaklarımda, dudaklarımda bir kırık plak, Ahmet Arif'in yazıp Rahmi Saltuk'un besteleyip okuduğu şarkı: DAĞLARINA BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİMİN...
Bir özlem, bir özlem. Dayanılır gibi değil.
Dayanamadım da; Stockholm'den Antalya'ya bir uçak buldum. Pırrr Antalya'ya. Havaalanının önünde taksiler var. Üç aşağı beş yukarı anlaşıyoruz biriyle.
Kulaklarımda, dudaklarımda hep aynı şarkı: DAĞLARINA BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİMİİİİİN! Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mi? Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş, Karanfil kokuyor cıgaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…
Dooğru Milas Bafa'ya.
Gece yarısı eve geldim. Annem şaşırdı. Nereden ve nasıl geldiğimi sordu, anlattım.
- Sen şimdi taa Antalya'dan buraya taksiyle mi geldin?
- Evet.
- Şimdi anladım ben senin neden beş paran olmadığını.
Sabah erkenden kalkıp bizim Koca Dağ'a; Ilbıra'ya. Bir tepenin üzerinde; yedi kat yerin dibinden yedi kat gökyüzüne uzanan ve dibinde bir kaynak bulunan Hayat Ağacı, Koca Çam'ın dibine...
Sırt üstü yattım tayyare gibi lalelerin papatyaların üstüne.
Bafa'yı dinliyorum. Uzaktan bir horozun ötüşü; ona yanıt verenler... Ardından anıran eşek, böğüren inek. Kaplumbağalar cilveleşiyorlar: Tak, tak, tak... Sığırcıklar inip kalkıyor çığlık çığlığa, sanki bir bale gösterisi. Kumrular: Guguuuuk guk guuuguk guk. Bir tavşan kaçıyor çalıların ardına. Uzaklardan duyulan koyun ve keçi melemeleri, çıngıraklar ve ahhh! o toz bulutları arasından gelen kaval sesleri...
Doğanın en uyumlu kargaşası.
Dünyanın en güzel korosu en güzel şarkılarını söylüyor.
"Oh be" dedim, "dünya varmış, kökler insanı böyle mi kendine çekermiş?"
Koca Çam'ın altında duyduğum o anki mutluluğu hep özlerim...
- Ne dersiniz buna?
- Akıllı adamın yapacağı iş değil.
- Deli olmazsa akıllı; kargaşa olmazsa düzen olur mu?