Saklısu'daki sır
"Ah kara zeytin tanelerinden sızan süte düşen ışık. Ah ballı incirlere, çatlamış narlara düşen ışık. Suların üstünde suretini gezdiren ışık. Ah Saklısu’da Eylül'ün en güzel rüyasına düşen ışık! Ya tenine vur beni, ya sakız ağacının köküne sal…"
Yusuf Yavuz
YERYÜZÜNÜN KEŞFEDİLMEMİŞ SON KITASI: ANADOLU
Yeryüzünün her bir köşesini keşfettiğine inanarak yönünü uzayın derinliklerine dönmek insanoğlunun en büyük yanılgılarından biridir. Binlerce yıldır yeryüzünün kalbi, ruhu olan Anadolu, kimine göre keşfedilmemiş son kıtadır. Çorum'un bir köyünde Hitit'lerden kalma bir sunağın içinde patates- soğan yetiştiren Türkmen ile Muğla'nın bir köyünde Likyalıların ölülerini koyduğu mezar anıtlarının kapağında tavuğunu yemleyen, keçisini sulayan Yörük; bu kayıp kıtanın binlerce yıllık sırlarını taşır durur...
Tıpkı Antalya'nın Finike ilçesinde bulunan Lmyra antik kentiyle iç içe geçen Saklısu mahallesinde yaşayan gençlerden biri olan Serkan gibi. Bugün size Serkan'ın öyküsünü anlatmak istiyorum. Masalı gerçeğe, gerçeği masala bağlayan bir öykü bu. Doğumla ölüm arasına gerili, adına 'hayat' dediğimiz hamakta olanca telaşımızla salındıkça pek de farkına varamadığımız nice sırrı barındıran bir öykü...
Muhteşem ışığıyla sonbaharı karşıladığımız günlerde Saklısu'da yaşanan gizemli bir aşkın öyküsünü yazmıştım. Öykünün sonunda, bu destansı aşkın kahramanlarının birbirinden koparıldıkları anda genç kadının elinden düşen bilekliği saklayan Lmyra'daki çobanın o bilekliği bana hediye ettiğini ve dönüş yolunda elimde o bileklikle uyuyakaldığımı anlatmıştım.
LMYRALI SERKAN
Aradan bir iki ay geçti, yolum bir vesileyle yeniden Lmyra ve Saklısu'ya düştü. Her defasında bana bir başka sırrını açan bu büyülü kentin girişinde uzun boylu ve güleryüzlü genç bir adam karşıladı bizi. O arada çalan telefonuma yanıt vermekten kim olduğunu anlamaya fırsat bulamadım anca Lmyra'nın surlarından içeriye girerken bize eşlik eden bu esmer gencin adının Serkan Şahin olduğunu ve antik kenti gezmeye gelen turistlere kendince rehberlik ettiğini öğrendim...
Serkan'ın heyecanlı ama neşeli bir yüzü vardı. Bir yandan yürüyor, bir yandan da önümüze çıkan kalıntıları anlatıyordu: "burası tapınak, burası agora, burası hamam..."
Konuşmakta biraz zorlansa da sözcükleri r'leri bastırarak anlatması ona karakteristik bir özellik kazandırıyordu. Serin havaya rağmen üstünde bir gömlek, ayağında da sadece bir terlik vardı. Elindeki İngilizce tanıtım kitabının sayfalarını çevirip gülümseyerek gösterdi: "bu benim çocukluk halim..."
Kitabın Lmyra ile ilgili bölümünde Serkan'ın çocukluğunu gösteren bir fotoğraf ve antik kenti tanıtan bilgiler yer alıyordu. Ayağında yine terlik olan Serkan, annesi ve keçileri Lmyra tiyatrosunun çimenleri üstünde hayata gülümsüyorlardı.
Konuştukça Serkan'ın davranışları ve ifadeleri daha çok dikkatimi çekmeye başladı. Bir yandan yürüyor, bir yandan da konuşuyoruz:
-Serkan, sen sır tutar mısın?
-Tutarım...
Bir zamanlar görkemli tapınakların, tiyatroların ve anıtsal yapıların çevrelediği Lmyra'nın caddesi, yüzlerce yıldır Lmyra Çayının yatağı olmuş. "Son sözü hep su söyler" sözünün hayat bulduğu yerlerden biri burası. Serkan'la küçük tahta köprülerden geçip, antik caddenin kıyısında yükselen ulu çınarın altında soluklanıyoruz. "Şurada Bedir Baba var" diyerek antik kentin içinde bulunan üzeri açık bir mezarı gösteriyor. Su kenarlarının kokusuyla insanı sarhoş eden yarpuzları, su tereleri ve kazayaklarının arasından Bedir Baba'nın mezarına varıyoruz. Etrafı çevrili mezarın boyu şaşırtıcı derecede büyük. Yaklaşık 6 metre civarındaki mezarı ulu bir çınar ve incir ağacı çevreliyor.
"Bedir Baba'nın mezarının üzerini yıllar önce zenginler kapatmış ama o bir gece üzerinden atmış örtüyü" diyor Serkan. Bir yandan da duvarın köşesine birikmiş kuru çınar yapraklarını temizliyor elleriyle. Ne yaptığını sorduğumda, "burada pirimin ayakları var" diye yanıtlıyor. Merakla onu izliyorum. Yaprakların altından, duvarın arasında duran aslan ayağı motifli bir taş çıkıyor: "İşte bu pirimin ayakları..."
ALLAH'IN ASLANI HZ. ALİ'NİN SAKLISU'DAKİ AYAKLARI
Serkan'ın 'pirim' dediği, Allah'ın Aslanı Hz. Ali. Bedir Baba'nın da Ali'nin yolundan gittiğini söylüyor: "Bu köyün hepsi sünni ama ben Aleviyim. Ben 7 yaşımdayken pirime bağlandım. Pirim beni çağırdı ben de geldim bağlandım. Şimdi yaşım 31. Kaç yıl olmuş?"
Serkan'ın Bedir Baba ve onun aracılığı ile yaşamla kurduğu bağ giderek daha derinleşiyor: "Ben her gece Bedir Baba'ya gelir, burada dua ederim. İnsanlara, kuşlara, ağaçlara, sulara, yaşama; tüm canlılara..."
'GERİSİNİ SÖYLEYEMEM, SIR...'
Serkan'a geceleri burada neler yaşadığını soruyorum, "bu sır, söyleyemem ama sen analrsın. Çünkü sen de bizdensin" diyor. Ama bir yandan da sırrı içinde tutarak duyumsadıklarını anlatıyor: "Ben Hacıbektaş pirime de gidiyorum. Abdal Musa Sultan'a da. Burada Kafi Baba var, ona da gidiyorum. Onları yaşıyorum. İnsanlar bunları görmüyor. Garip bir telaşın içindeler. Alıyorlar, satıyorlar, tüketiyor, yok ediyorlar. Çevremizde gördüğümüz yıkımlara çok kızıyor Bedir Baba. Ama gerisini söyleyemem, sır..."
'BUNU SEN Mİ DÜŞÜRDÜN YUSUF ABİ?'
Bedir Baba'nın mezarından ayrılıp Lmyra'nın üstünde bulutların arasından süzülüp duran ışık huzmeleri arasında yürüyoruz. Serkan, geçmişte büyük bir tapınağın parçası olan işlemeli sütunun önünde duruyor. Birden yere eğiliyor ve ayağının ucunda yerde öylece duran bir bilekliği alıp doğruluyor. Bana dönüp gülümseyerek, "bunu sen mi düşürdün Yusuf abi?" diye soruyor.
Şaşkınlıkla bir bilekliğe, bir Serkan'a bakıyorum. Bilekliği alıp çantama koyuyorum. "Hayır Serkan, bu bilekliği ben düşürmedim ama sanırım bana ait..."
Serkan'la Saklısu'daki Kafi Baba'yı ziyaret ediyoruz. 15. yy'da yapılan bu tekkenin aşevinin kalıntıları halen ayakta. Ulu zeytin ve çitlembik ağaçları, kızıl korlar gibi yamaçlardaki nar bahçelerinde yanıp duran narlar, geçmişte bir hereon anıtının bulunduğu söylenen kayaların içinden çıkan suların büyüleyici sesiyle bir açık hava tapınağı gibi burası. Ancak yola koyulmamız gerek. Serkan'la vedalaşıp Lmyra'dan ayrılıyoruz...
İYİLİK VE KÖTÜLÜK BİR SU DAMLASININ İÇİNDE
Aradan epeyce zaman geçiyor. Antik yollarla ilgili bir araştırma gezisi için Elmalı'dayız. Elmalı Ovası'na hakim bir yamaçta, kadim bir su kanalının kıyısında dinlenme molası veriyoruz. Bu dağların gerçek bilgelerinden biri olan Ünsal amcamızla (Özçakır) koyu bir sohbete dalıyoruz. Söz dünüp dolaşıp Lymra'ya geliyor. Arkeolog olmasının yanında batınilik ve kadim kültürler hakkında derin bilgi birikimine sahip olan Ünsal amca, Kafi Baba'nın tekkesini kurduğu yerin geçmişte kutsal alan olduğunu anlatıyor: "Bütün inanışlar birbirini takip eder, birbirinin devamıdır. Kafi babanın orada olması tesadüf değildir. O zeminde oluşan inancı biliyordu. Orada suyun çıktığı alanda dikdörtgen bir yapı vardı. Hereon (kahraman) anıtıydı bu yapı. Dört elementten biri olan su, hayatın kanıdır. Uzakdoğu'daki 'ying-yang' inancının simgesi yaradılışı anlatır. Bu bir su damlasıdır. Bu simge bütün alemin yaradılışında vardır. Bizim inancımıza göre ise 'kün', yaradılışı simgeler. Kün denmezden önce yoksunuz, kün dendikten sonra varsınız. Cansız halden canlı hale geçmektir bu. İşte düalizmi simgeleyen ying-yang, su damlasıdır. İlk önce bir olan su, damlaya dönüşür toprağa düşer. Su toprağa düşünce harelenir, biri ying, biri yang'tır. İyilik ve kötülük sarmal haldedir. Ve yaşam başlar. Bütün yaşam su kenarlarında başlar."
'ALO, BEN PİRİM ABDAL MUSA'DAYIM...'
Ünsal amca ile bir yandan antik yolda yürüyor bir yandan da sohbeti koyultuyoruz. Lmyra'dan, sulardan ve yaşamdan konuşurken bir an gözlerim aşağımızdaki ovanın karşı kıyısında bulunan Abdal Musa Sultan'ın tekkesini seçmeye çalışıyor. Abdal Musa'nın ilk tekkesini Lmyra'da kurduğunu, Kaygusuz Abdal ve yoldaşlarının Saklısu'da dolaştığını savunan araştırmacıları anımsıyorum. "Acaba hava kararmadan Abdal Musa'ya da uğrayabilir miyiz?" diye düşünüyorum içimden. Abdal Musa'yı düşünürken Serkan da aklımdan geçiyor. Tam o anda telefonum çalıyor. Arayan Serkan: "Yusuf abi, nasılsın? Ben pirim Abdal Musa'dayım..."
SAKLISU SENDE, SIR SENDE...
Bu, Serkan'la ikinci telepatimiz. Telefonla kısaca konuşuyor ve vedalaşıyoruz. Aradan yine epeyce zaman geçiyor ve Ankara'da katılmam gereken bir toplantı için yol hazırlığı yapıyorum. Yola çıkmama bir saat kadar zaman var. Yine telefon, yine Serkan. Yola gideceğimden haberi yok. Günlerdir hiç haberleşmedik ama Serkan beni yolcu ediyor: "Yusuf abi, Ben şimdi Bedir Baba'dayım. Sana ve tüm canlılara dua ediyorum. Yolun açık olsun, kaza bela senden uzak dursun, pirim seni korusun..."
Günler günleri kovaladı, Serkan'la aramızda sürüp giden bu sessiz iletişim giderek zenginleşti. Onun deyimiyle bir çoğu aramızda "sır" olan bu iletişimin daha ne kadar süreceği ve neleri kapsayacağını bilmiyorum. Ancak Serkan, zamanın ve mekanın giderek mekanikleştirildiği, kültürlerin ve inançların görünüşün nesnesi haline getirildiği bu zaman diliminde gerçek doğasından, yaşamdaki bağlamından koparak özünden uzaklaşan insanı bir kez daha düşündürdü bana. İçtenlikle evrenin o büyük ruhuna bağlı kalmayı bağarabilen her küçük ruhun sonsuz olduğunu...
Ey bunca sıvıyla doluyken yeryüzündeki tüm titreşimleri, tüm enerji akımlarını ve iklim değişikliklerini önceden hissedebilecek niteliklere sahip olması gereken insanın bunu neden yapamadığını soran yeryüzünün kayıp yüreği; Saklısu sendedir, sır sende.
ulusalkanal.com.tr