Hüseyin Haydar yazdı: Edebiyatçının görev emri!
Anlaşılacağı üzere ortada bir edebiyatçı, bir görev, bir de emir var. Edebiyatçı usta ve adanmış, görev acil ve kutsal, emir toplumdan, yani en etkili örgütten.
Hüseyin Haydar
Anlaşılacağı üzere ortada bir edebiyatçı, bir görev, bir de emir var. Edebiyatçı usta ve adanmış, görev acil ve kutsal, emir toplumdan, yani en etkili örgütten. Bu üç değer insanlığın büyük mücadelesinde yan yana gelip kutuplar birleşince, tıpkı üç fazlı elektrik gibi devre tamamlanıp dinamo çalışıyor, ışıklar yanıyor, gönüller aydınlanıyor.
Emri toplumların ihtiyacı doğurur, buyruk oradan gelir. Rusdevriminin büyük şairi Mayakovski buna “toplumsal buyruk” diyor. Görev emri edebiyatçıyı bulup da edebiyatçı görevini büyük bir bağlılık ve çalışkanlıkla yerine getirdiğinde, toplumun yaşama sevinci, yaratma isteği beslenmeye başlar. Mücadele gücü katlanıp artar. Yok, eğer bu gerilim bütünlüğünde farz olanlardan sadece biri kesilirse, ışık yanmayacak ve toplumun iç dünyası karanlıkta kalmaya devam edecek, olasıdır ki böyle gide gide insanlık tökezleyecek.
MANEVİ KURTARICI EDEBİYAT
Edebiyat denince sadece romanları, şiirleri düşünmeyin ve hatta destanları, kahramanlık öyküleriyle sınırlamayın kendinizi. Edebiyat denince insanlığın kendi öz gücüyle yarattığı, kendi söz gücüyle oluşturduğu duygusal değerlerin tarih boyunca ortaya koyduğu manevi varlıkların tümü anlaşılmalıdır.
Arapça sözcüğün kökünde “ed”, “ed-eb” var. Derinde başka dillerle de buluşan bu kök anlam, iddiamızı bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Bu kökten iyi terbiye, utanma duygusu, güzellik, zariflik, uyumluluk, usluluk, fazilet, müzik, kurtuluş vb. duygular, anlam katlarından geçtikten sonra insan ruhunun sahip olabileceği en güzel, en seçkin erdemlerin tümünü zamanla dile getirir oldu.
Buradan da anlaşılacağına göre edebiyat, insanın bireysel ya da toplumsal mücadelelerinde ruhunda taşıdığı bir kurtarıcı, bir yol gösterici olarak en eski bir disiplin alanıdır. Örneğin bu disiplinin bir ürünü, birden bire bir tepede karşınıza çıkar: “Dur Yolcu!” der. Bu iki yalın sözcük öyle bir yerde söylenmiştir, öyle bir ritimle seslendirilmiştir ki, durmak zorundasınız. Hadi durmayın, geçin de görelim!
DUYGULAR DÜŞÜNCELERİ YARATTI
Önce duygularımız, sonra düşünce yetimiz ortaya çıktı. İnsan karakterini oluşturan gelişmenin dinamiği varoluş boyunca böyle yürüdü. Evrim sürecinin işleyişine göre önce, yaradılıştan kazandığımız içgüdülerle hayatta kaldık. Henüz konuşma yeteneğimiz ortaya çıkmadığı için milyonlarca yıl yaşam mücadelesini duygularımızla yönettik.
Duygularımızı, beden dilimiz sayesinde düşünceler içeren biçimde dışa vurduk. Milyonlarca yıl devam eden bu yaşama biçimi sürecinde insanın duyguları gelişti, çeşitlendi ve yönetimde sorumluluk almanın, görevli olmanın zorunluğuyla yetkinleşti.
Hatta bu uzun süreçte duygular o denli güçlendi ki, beden dili kesinlikle bunları ifade etmeye yetmedi ve yüz binlerce yıl beyne baskı yaptı, beyni zorladı. Ateşin bulunması, beslenme alışkanlıklarının iyileşmesi vb. sonucunda buna paralel olarak beyin büyüdü, gelişti ve konuşma yetimiz “çıt” dedi çiçek açtı. Ardından dünyanın yükünü taşıyan, her biri maddenin, manevi içtenliğin, mecburiyetin özünü taşıyan sözcükler bir bir ortaya çıktı. Sözcüklerle birlikte düşünce akışı başladı.
DÜŞÜNCE TOPARLANIRKEN DUYGU İŞİ BİTİRİR
Edebiyat da işte orada işe koyuldu. Sözcüklerin diliyle, belleğiyle kutsal davada işbaşı yaptı. Üstelik henüz işin başında ilk sözcük harikalar yarattı, ikinci sözcük dünyayı insana bağışladı. Sonra üçüncü, dördüncü sözcük maddenin ve ruhumuzun, deneylerimizin birikimi olarak elle tutulur somutlukta olanakları insanlığa sundu.
Sözcüklerin bize ilettiği derin anlamlarda elbette duyguların ezici ağırlığı vardı. Edebiyat da, onu yaratacak edebiyatçı da, ona emir verecek toplum da kendini, kendi sorumluluğunu orda bildi. Her seferinde insanlığın en kutsal birlikteliğiyle kendi macerasını oluşturmayı o gün bugündür sürdüren edebiyat, duygularımızın öncülüğüyle iş görmeye hararetle devam ediyor.
Demek ki insan davranışları üzerinde duyguların egemenliği, düşüncenin egemenliğinden daha eski ve daha güçlü. Hatta, çok daha güçlü. Bunu hiç akıldan çıkarmamak gerek. Unutmayalım ki, duyguların bu egemenliği bugün de sürüyor. Yani, düşünme yetimizden çok önce yetkinleşen duygusal iç dünyamız, davranışlarımız üzerinde her zaman belirleyici oldu, bugün de son kararı onlar veriyor.
Bugün bu gerçeği çok iyi bilen emperyalist toplum mühendislerinin, her alanda toplumu, duygularından ele geçirmeyi nasıl başardıklarını ve bu yolla acımasız bir sömürü sistemini nasıl yürüttüklerini unutmayalım. Üzerine düşünelim.
DÜŞÜNCENİN İMBİĞİNDEN SÜZÜLEN DUYGU
Ancak düşüncenin gelişmesi, duyguları toplumsal yarar için eğitti, hizaya soktu, daha yararlı kıldı ve insanı insanileştirdi. Böylece duyguların taşkınlığını ihtiyaca göre ayarladı ve insanın toplum içindeki uyumluluğunu sağladı. Edebiyat, her adımda duygu ile düşüncenin diyalektik bütünlüğünü yansıtır. Öyle ki bu bütünlük toplumsal uyum içinde yaşamını sürdürürken, toplumun ortaya koyduğu ve ruhsal bağlarla ait olduğu manevi dünyayı bir plasenta gibi sarar, korur, besler. Bu açıdan bakınca balık için deniz neyse, insan için edebiyat odur. Doğaya direnen insan edebiyat içinde nefes alır, güç toplar, serpilip gelişir. Neşet Ertaş’ın diliyle söylersek: “İnsanoğlu yaşar mı kalsa nefesten ayrı?”
Ağlamak, gülmek, sevinmek, üzülmek, öfkelenmek, acımak, korkmak, cesaretlenmek, kaygılanmak, sevdaya düşmek, kendini feda etmek, hırslanmak, utanmak, aslan kesilmek, sabırsızlanmak, sabretmek, gönüllü olmak, düş kurmak vb. insana ait ne kadar çok, ne kadar farklı duygu biçimi varsa hepsi de konuşma ve yazı dili sayesinde, yani edebiyatla gelişti, kökleşti, zenginleşti, yetkinleşti. Böylece insanlığın manevi dünyası, mücadele azmi gelişti, kökleşti, zenginleşti.
NEFES EDEBİYATTIR, EDEBİYAT HAYATTIR
Gelin sözü Yunus’tan alalım. Yunus Emre, köyünde çıkan bir kıtlık nedeniyle yardım getirmesi için Hacı Bektaş dergâhına gönderilir. Görevi gereği dergâha varan Yunus, derdini anlatır, buğday ister. Dağdan topladığı alıç torbalarını da dergâha ikram olarak verir. Yunus’taki erdem hemen fark edilir. Sana nefes verelim, ne yapacaksın buğdayı, burada kal, ilim irfan öğren, derler. Yunus ise ben nefesi ne yapayım, nefes karın doyurmaz ki, bana buğday verin köyüme döneyim, der. Buğday çuvalları öküz arabasına yüklenir. Yola koyulan Yunus, çok gitmeden yanlış yaptığını düşünüp geri döner ve nefes istiyorum, bana nefes verin, diye hal bildirir. Hikmet bizden çıktı, derler ve Yunus’u Tabduk Emre dergâhına gönderirler.
Buğday yerine nefesi yeğleyen Yunus, dergâhta ilimi irfanı, edebi bilgiyi iliklerine kadar yüklenir. Gerçek edebiyatı, gerçek görevi ve gerçek emri kavrar. Yunus, o gün bugündür taşıdığı manevi besini sonsuzca insanlığa sunmaktadır. Dünyada bunun miktarını ve önemini hesap edebilecek bir babayiğit çıkabilir mi?
EDEBİYATIN YAPTIRMA GÜCÜ
Bu gücün değerini çok iyi bilen Atatürk, Hakimiyeti Milliye yazılarında Rus Devriminin başarısını, bir bakıma ortaya konulan Rus edebiyatının büyüklüğüne bağlayarak şöyle diyor:
“Rus ihtilal edebiyatını okuyunuz. Avrupa’nın başka hiçbir memleketinde ve hiçbir devrinde bu kadar ateşli, bu kadar kinli bir edebiyat daha yoktur.” Atatürk bu makalesinde, halkın isyana çağrılmasında, edebiyatın önemine vurgu yapıyor: “Bir tarafta Çarlar ve baskısı sürerken, diğer taraftan da Rusya’da sanatsal hisler, ilmi ve felsefi fikirler büyük bir feyz ve kudretle bütün Rus hayatını sarsıyordu.”
Büyük milletler büyük edebiyatlarıyla büyük olur, ayakta durur, geleceğe atak yapar, insanlığa katkı sunar. Edebiyat, toplumun manevi bünyesini besler, bağışıklık sistemini güçlendirir, varoluş iddiasını güvenceye alıp geleceğe taşır.
Edebiyatçı, işi gereği, varlık nedeni olarak bu görevi üstlenir ve milletlerin zor günlerinde toplumla bütünleşerek, toplumun gönül sıcaklığını gönlüne doldurup milletine özgüven aşılar. Milletin sıkıştığı, varlığını korumaya çabaladığı bu zor günlerde aldığı toplumsal buyrukla çalışır. Bağlı olarak edebiyatçı, toplumun manevi dünyasındaki erdemleri, insan zorlukları kolayca aşsın diye besler.
VATAN SAVAŞI BURADA, EDEBİYATÇI NEREDE?
İyi güzel de bugün, dünyanın ve Türkiye’nin derin bir altüst oluş yaşadığı bu “ilginç günlerde” sanatçılarımız ne yapıyor? Hem de şu ölümcül Vatan Savaşı sürecinde Türk edebiyatçısı nerede? Şimdi şu anda ne düşünüyor, ne işle meşgul? Büyük romancı, büyük yazar, büyük şair olmanın düşünü kuruyor olabilir. Buna inanıyor da olabilir.
İyi de edebiyatçımız, edebiyatın en dar alanına çekilip orada sıkışıp kalarak bunu nasıl başaracak? Yüreğinin kabuğundan çıkamayan sanatçımız, ne zaman ve nasıl içinde nefes aldığı bu milletin bir nebze nefes almasına destek olacak? Kurulmakta olan yeni dünyada yükselen Asya’nın, Türkiye’nin farkına ne zaman varacak? Edebiyatçımız ne zaman yaşadığı toplumun zor günlerinin bilincine erecek? Edeb ya hu!