Can Ataklı ile günün yorumu

İyi akşamlar sevgili izleyiciler; bugün hukuk konusunda kara bir gün yaşadık. Bir yandan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin başına çuval geçirilirken diğer taraftan da hukukun başına da balyoz indirildi.

Abone ol

Biliyorsunuz sabah saatlerinde Balyoz davası ile ilgili Yargıtay kararı açıklandı.

Aslında tahmin ettiğim sonuç alındı. Yargı başka türlü karar veremezdi. Zaten yargının bu kararları alabilmesi için iki yıl önce 12 eylül'de bir referandum operasyonuyla, yargının tamamen hükümet emrine sokulması sanki halkın isteği imiş gibi kabul ettirildi.

Bugünkü yargı kararları tamamen iktidarı kurtarmak, yapılan operasyonların haklı gibi gösterilmesini sağlamayı amaçlamaktadır.

Bakın öyle bir karar alındı ki, bir kere beraatlar onaylandı. Bazı sanıklarla ilgili kararı bozma kararı alındı. Geniş bir kesim içinse verilen ağır hapis cezaları onaylandı.

Böylelikle kamuoyunun önüne şöyle bir tablo konmuş oldu. "Yargı çok iyi çalıştı. Suçlu ile suçsuzu ayırdı. Bunun ötesinde kamuoyuna da mal olan bazı şikâyetler dikkate alındı, delillerle ilgili yanlışlar görüldü ve bazı kararlar bozuldu."

Şimdi vatandaş şöyle düşünecek "Canım Yargıtay ilk mahkemeden gelen kararları aynen onaylamadı ki, bakın , oturmuş incelemiş, hataları bulmuş kararını buna göre vermiş."

Yani yaşasın yargı. Ya da iktidar kanadının her seferinde başımıza vurur gibi söylediği "yargıya güvenelim" sloganı sanki adaleti sağlamış gibi.

Aslında hiç de öyle değil. Bu davalar tamamen intikam amacıyla, Türkiye'yi hızla dönüştürmek isteyen zihniyetin hem tehlike gördüğü her şeyi bertaraf etme hem de Türkiye cumhuriyeti ile hesaplaşma davalarıydı.

Sevgili izleyiciler, son 60 yılda ikisi kesin darbe, biri sonuçlarıyla darbeyi andıran bir muhtıra ve bir de sivil dayanağı daha güçlü hukuk ve ahlak dışı bir siyasi tezgâh yaşadık.

Aslına bakarsanız Türkiye'de gerçek anlamda bir darbe olmadı hiç. Bazen bunu söylediğim zaman yüzüme tuhaf tuhaf bakıp "Sen uzayda mı yaşıyorsun?" falan diyenler var.

Hayır uzayda falan yaşamıyorum, Türkiye'de yaşıyorum ama fark şu ki, bu ülkede ve dünyada neler olup bittiğini, birbiriyle bağlantılarını koparmadan değerlendirmeye çalışıyorum.

Bir emek harcıyorum yani. Öyle boş oturup, rüzgâra göre yelken çevirerek duruma vaziyet etmeye kalkışmıyorum.

Şimdi izninizle bugünün gündeminden biraz kopup sizi kısa bir yakın tarih yolculuğuna çıkarmak istiyorum. Balyoz davasının ayrıntılarını az sonra Ümit Zileli ile Ana haberde izleyeceksiniz, ben size farklı bir bakış açısı sunmak istiyorum;

Evet 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbe midir? Evet darbedir, ama artık şimdi örneği kalmayan klasik darbelerle ilgisi yoktur.

Bu darbeler tamamen dış kaynaklı ve destekli, Türkiye'yi yeniden şekillendirmeye ve dünya kapitalist sistemi içinde yer almasını sağlayamaya yönelik asker bazlı operasyonlardır.

Sevgili okurlar, Türk ordusunu ve yapısını iyi değerlendirmemiz, neyin ne olduğunu iyi bilmemiz gerekir.

Türk Ordusu ikinci dünya savaşının sonuna kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin ordusuydu. Birinci görevi dış düşmanlara karşı ülkeyi korumaktı. Ama ordu zayıftı, silah, mühimmat ve teçhizat açısından yetersizdi. Öyle ki askerin giyeceği üniformalar bile giyilir gibi değildi. Ama ordu Türkiye Cumhuriyeti ordusuydu.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise dünyada durum değişti. İlk büyük savaş hanedanların yıkılmasıyla sonuçlanmıştı. Hatırlayın Almanya, Avusturya gibi ülkelerdeki imparatorluklar tarihe karışmış, diğer Avrupa ülkelerinde ise krallıklar, hanedanlar sembolik hale gelmişti. Bizde ise Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştı.

İkinci büyük savaş ise hanedanların bitişinden sonra gerek toprak gerek devlet gerekse rejim sorunlarıyla boğuşan Avrupa ülkelerinin yeniden yapılanmasını ve bir daha savaşa neden olmayacak bir yapıya kavuşmasını sağladı.

Burada beklenmeyen, 1917'de yeni bir rejime geçen Rusya'nın, ikinci savaş sonunda etki alanını çok büyüterek, Rusya olarak değil Sovyetler Birliği olarak batı dünyasının karşısına çıkmasıydı.

Batı kapitalizmi zaten korkulu rüyası olan komünist Rusya'nın yerinde şimdi devlet Sovyetler Birliği'nin yükselmesi karşısında çok ciddi bir korkuya kapıldı.

Bu korku ile kapitalist Avrupa ülkeleri NATO şemsiyesi altında birleşerek Sovyetler Birliği'ne karşı çok ciddi ve güçlü bir güvenlik paktı kurdu.

Biraz geri gidelim. Atatürk Cumhuriyeti kurduğu sırada dünyada yükselen iki siyasi değer vardı. Biri faşizm, biri komünizm. Komünizmi o yıllarda Rusya temsil ederken, Avrupa'da Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz faşist yönetimlere geçmiş, diğer ülkelerde de faşist uygulamalar daha etkin hale gelmişti.

Hanedanların sultasından kurtulan Avrupa Hitler, Mussolini, Franko, Salazar gibi bu kez faşist diktatörlerin egemenliği altına girmişti.

Şimdi bazı tatlısu demokratları ikidebir çıkıp da "Atatürk demokrat değildi, cumhuriyet demokrasi ile kurulmadı" falan gibi cahillerin, aymazların kulağına hoş gelecek laflar ediyorlar ya, artık ne diyeyim cahillikten mi, siyaset sosyoloji ve tarihten hiç nasibini almadıklarından mı yoksa ihanet içinde olmalarından mı, bilemiyorum, bugünün aklı ile akılları sıra o günleri eleştirmek istiyorlar.

Sadece şunu söyleyeyim; bugünden bakarsak, 1920'lerde, 30'larda Amerika dahil, bugün anladığımız biçimde hukuk, demokrasi, özgürlükler, insan hakları konusunda "işte bu" diyebileceğimiz bir kişi bulabilirler mi?

Olamaz zaten. Bugün vardığımız demokrasi, hukuk, insan hakları anlayışına, koca bir ikinci dünya savaşı, ardından soğuk savaş ardından bilgi çağı ile varabildik. Bu nedenle bugün kalkıp Atatürk'ü demokrasi, hukuk açısından eleştirmeye kalkmak en hafif deyimle terbiyesizliktir, anlaksızlıktır, ahmaklıktır.

Ama Atatürk'ün o tarihlerdeki sezgisini, akılcı kararlarını da görmemiz gerek. Atatürk de pekala o çağın gereklerine uygun olarak Türkiye'yi komünist bir devlet de yapabilirdi, faşist bir devlette. Hatta bir şey söyleyeyim mi, Kurtuluş savaşını yaptıktan sonra çıkıp da "Hanedanı ben devraldım, bundan sonra Osmanlı padişahı benim" dese kim itiraz edecekti ki.

Ama Atatürk aklın, bilimin mantığın yolunu seçti. Henüz yeni kurulmuş, emeklemekte olan Türkiye Cumhuriyeti'ni bağımsız, kendine güvenen, gözü ileride, medeni olan bir anlayışla yönetti.

Açıkçası bunda da başarılı oldu. Türkiye İkinci dünya savaşı badiresini kazasız atlattı, kurduğu sistem aksaklıklarına, bazı yanlışlarına, önemli insan hatalarına rağmen, demokrasi ve hukuk yolunda çok önemli adımlar attı.

Şu unutulmasın ki, aklılarına estiği anda Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyete, onun ilke ve devrimlerine dil uzatanlar, aslında onun açtığı yoldan geçerek bugün iktidar olmayı başardılar. Eğer o devrimler olmasa, Atatürk gibi bir deha ülkenin başında bulunmasa, şimdi ona dil uzatan zihniyet paryadan farksız olacaktı.

Neyse, tekrar gelelim ikinci dünya savaşının sonrasına. O tarihlerdeki dünya artık ilk savaştaki gibi değildi. Dünya ister istemez iki büyük kutba ayrılmıştı. Türkiye ise tam bunun ortasındaydı.

O günün yöneticileri bir tercih yapmak zorundaydı. Artık iki sistemin de dışında kalmak mümkün değildi. Ve Türkiye tercihini batı sisteminden yana yaptı, komünizmi seçmedi.

Ki zaten Avrupa'nın arzusu da bu yöndeydi. Sovyetler'in içine doğru bir at başı gibi girmiş Türkiye'nin komünist blokta değil, batı kapitalist sisteminde olması onlar için çok daha elverişliydi. Üstelik, biz belki farkında değildik, ya da birkaç akıllı adam farkındaydı, Türkiye coğrafi olarak Doğu'dan batıya enerji yollarının köprüsü niteliğindeydi. Batının akıllı insanları 30-40 yıl sonra bu köprünün çok önemli olacağını biliyorlardı.

Sonunda Türkiye, üstelik bir Müslüman ülke olmasına rağmen NATO şemsiyesi altına girdi. Ve girdiği andan itibaren de ordusu artık Cumhuriyet ordusu olmaktan çıkıp NATO ordusu haline geldi.

Bir NATO ülkesi olan Türk Ordusu'nun temel görevi de değişti artık. O güne kadar dış düşmana karşı ülke savunmasıyla görevli Türk ordusu, bir NATO ordusu olarak artık komünizmi önleyecek ve komünist sistemden Batı'ya yönelecek bir bir tehdite karşı ilk kalkan haline geldi.

Türkiye'ye karşı bir anda sıcak duygular besleyen batının Türkiye'yi NATO'ya almadan önce küçük bir sorunu vardı. Türkiye henüz tek parti, daha doğrusu kurucu kadro tarafından yönetiliyordu. Oysa NATO özgürlüğü demokrasiyi temsil eden bir kuruluş olarak lanse ediliyordu. Türkiye'nin yönetim yapısı buna uymuyordu. Çare tabii ki Türkiye'nin çok partili hayata ve demokrasiye geçmesiydi. Bu nedenle ikinci savaşın sonunda Türkiye'nin hızla çok partili hayata geçmesi için çok ciddi bir baskı başladı.

Aslına bakarsanız Atatürk'ün hayali de hedefi de çok partili bir demokratik düzendi. Ama Cumhuriyeti kurdukları ilk yıllarda ne Türkiye'nin durumu ne de dünya konjonktürü buna elverişli değildi. 1945'ten sonra bu olanak doğdu. Türkiye çok partili hayata geçti arkasından da NATO'ya girildi.

Ancak sorun yine bitmedi. Çünkü tek parti dönemini bitiren Türkiye'nin, çok doğal olarak yeni demokratik yaşamı anlaması, doğru uygulaması ve sindirmesi o kadar kolay değildi. Türkiye'nin literatürüne demokrasi, özgürlükler girmişti ama, bizzat bunları en çok kullananlar bile henüz demokratik bilince erişmediklerinden, çok partili hayatın yeni aktörleri de tek partiyi aratan uygulamalara giriştiler.

Bu ise batının normlarına uymuyordu. Türkiye bir NATO üyesi ülke olarak çıkıntı gibi duruyordu. Demokrasi ve hukuk kavramlarının iyi anlatılması ve öğretilmesi gerekiyordu. İşte Türkiye'yi yeniden şekillendirmek için ilk operasyon da bu sırada geldi. Birinci görevi komünizmi önlemek olan Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu. Açıkçası darbe yaptı.

İşte konunun bam teli burada. 27 Mayıs ve ondan sonraki darbeler, o yıllarda başka ülkelerde görülen darbeler gibi değildi. Yani askerler yönetimi ele geçirip ondan sonra ülkeyi kendi diledikleri gibi yönetmeye talip olmadılar. Zaten darbeleri yaptıranlar da buna izin veremezdi ki.

27 Mayıs'tan hemen sonra bir kurucu meclis kuruldu, bu meclis yeni anayasayı yaptı ve hemen arkasından seçimlere gidilerek normale dönüldü.

27 mayıs anayasası neydi? Bu anayasa demokrasi ve hukukun öğretilmesi, toplum tarafından benimsenmesini amaçlıyordu. Bu anayasa o tarihte tüm kıta Avrupa'sındaki en demokratik ve özgürlükçü anayasaydı.

Sendikal haklarla, kadın ve gençlerin siyasal örgütlenmelerini sağlamasıyla, fikir özgürlüğünün tesisi, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğünün kullanılmasıyla aslında örnek bir anayasaydı. Türkiye'de her şey bir anda değişmiş ve yepyeni bir düzene geçmiştik. Ancak kısa bir süre sonra Batı için yine sorun çıktı.

Türkiye daha demokratik ve özgür ortama geçmişti ama, bu özgürlükler ülkede sol, sosyalist ve komünist fikirlerin de artık rahatlıkla savunulabilmesini, yayılabilmesini sağlamıştı. Yaşı tutanlar hatırlarlar. O günlerin özgür ortamını bugün mumla arasak bulamayız. İyi de bu batı çıkarları için bir tehditti.

Türkiye demokrasi ile özgürlüklerle, hukukun üstünlüğü ile tanışmış ve onları pek sevmişti de, bu kadarı fazlaydı.

İşte 12 Mart bunun üzerine geldi. Anayasanın bol geldiği söylendi, özgürlüklerin üzerine bir parça şal örtülmesi gerektiğine karar verildi. Asker yine dış talimatlarla harekete geçti, darbe yapacaktı ki, o günün AP iktidarı ve başı Süleyman Demirel durumu fark edip şapkayı aldığı gibi istifa etti.

İşin aslı, o günün iktidarı da bu planın içindeydi. O özgürlükler ve demokrasi ortamında batı işbirlikçiliğini sürdürmesi mümkün değildi. O halde bir operasyon yapılmalıydı, nasıl olsa tekrar işbaşına getirilecek olanlar kendileriydi.

12 Mart muhtırasının verildiği tarihlerde iki kutup arasında soğuk savaş bütün hızıyla devam ediyordu ama Sovyet sistemi batı kapitalizminin kuşatması altında artık bunalmaya başlamıştı. Amerika ve NATO ile silahlanma, nükleer bombalar ve uzay yarışına giren Sovyetler Birliği, eşitlikçi anlayışı nedeniyle yeterli kaynakları bulmakta artık zorluk çekiyordu. Sovyetler kapitalist anlayışla değil herkesin eşit olması siyasetini izlerken kaynaklarını hızla tükettiler, kapitalizmin insanları ezen ve sömüren düzeniyle yarattığı artı değerle baş edemez duruma geldi. Buğday bile Amerika'dan gelmeye başladı Sovyet Halkına.

Batının teorisyenleri Sovyet rejiminin en fazla 20 yıl içinde çökeceğini hesaplıyor ve yeni dünya düzeninin kurmak için kolları sıvıyorlardı. İşte bugün "global ekonomi, küresel ekonomi" denilen şeyin temelleri o zamanlar atılmıştı. Diğer yandan da Sovyetler'in özellikle güney ve doğu taraflarında bulunan Müslüman toplumları destekleyerek, "yeşil hilal" adını verdikleri büyük tezgâhı işletmeye koyuldular.

Türkiye'de ise budanmış 27 mayıs anayasasına rağmen, sola eğilim önlenemiyordu. İşçiler, öğrenciler, entelektüeller iktidarlar açısından bakıldığında sürekli arıza çıkarıyorlardı. Ama batının NATO'nun ilgi ve desteği hiç azalmadı. Tam tersine artık sonlanacağına inandıkları Sovyetler Birliği'nden sonra kurulacak yeni dünya düzeninde Türkiye'ye daha da ihtiyaç duyulacaktı.

Sıra artık Türkiye'nin ekonomik olarak da sistem içine katılmasına gelmişti. İşte tarihimize 24 Ocak kararları olarak geçen ünlü ekonomik paket 1980 yılının başında açıklandı ve uygulamaya geçirildi. Türkiye'yi yeni kurulmakta olan global ekonomiye sokacak bu kararlar acı bir reçeteydi elbette ve ülkede oluşmuş büyük sol muhalefete bunu anlatmayı bırakın kabul ettirmek çok zordu. Buna rağmen dönemin başında AP'nin olduğu sağ koalisyon "hallederiz" diyerek direndi. Ama dikiş tutmuyordu. Sıra Türkiye'nin yeniden hizaya sokulmasına gelmişti. 12 Eylül 1980 günü Türk Silahlı Kuvvetleri tekrar yönetimi ele aldı. Bu darbe dönemin Amerikan Başkanı'na "bizim çocuklar yaptı" (Our boys have done it) cümlesiyle bir müjde olarak duyuruldu.

12 Eylül generalleri tıpkı 27 Mayıs'ta olduğu gibi hemen bir kurucu Meclis kurdular bu meclis de hemen yeni anayasa yaptı. Ama bu kez farklıydı anayasa. 27 Mayıs'taki özgürlük, hukuk ve demokrasi ön plandaydı, ama dünya artık değişiyordu, yeni sistem çok demokratik görünmekle birlikte toplum üzerinde bir disiplinin de sağlanmasını öngörüyordu. Nitekim 1982 anayasası demokrasi, hukuk özgürlükler vurgusu çok yapılmakla beraber toplumu zaptı rapt altına alan, aykırı görüş ve fikirlere kapalı, toplumu hizaya sokacak biçimde düzenlendi.

Aslına bakarsanız halk da bunu o zaman pek sevdi. 12 Eylül'e giden günlerde artan terör olayları, ölümler, cinayetler milletin burasına gelmişti. Bir anlamda "kurtulduk ya" mantığı ağır bastı, insanlar eğrisine doğrusuna pek bakmadılar.

Şimdi gelelim bunun niyesine. Sevgili izleyiciler, Türkiye hiçbir döneminde, bir iki arıza hariç, hiç sol anlayışla, sol fikirlerle yönetilmedi. Tek parti dönemi zaten demokratik bile değildi. Ama çok partili hayata geçildiğinden itibaren yönetim hep ya tek başına ya da koalisyonlar halinde sağ iktidarların elindeydi.

NATO Ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri de, birinci görevi olan komünizmi Türkiye'ye sokmama görevini yerine getirdiği için huzurluydu. 1923'te kurulan devletin temelleri sağlam olduğu için, irtica, dincilik, şeriat özlemleri de zaten askere bile gerek kalmadan önlenebildiği için askerin dinci kesimlerle de hiçbir ilgisi olmadı.

Yani kimilerinin sandığının aksine ordu hiçbir döneminde laikliğin bekçisi olmadı. Sadece bazı sol kesimler, ordunun tarihsel olarak laik olduğunu bildiklerinden, bir irtica tehlikesi karşısında ordunun bunun karşısına çıkacağını sandı.

Hatta tam tersine ordu, özellikle 12 Eylül'den sonra toplumda meşruiyet sağlamak amacıyla olsa gerek, din konusunda çok taviz verdi, hatta dini kullandı. Hatırlayın, konuşmalarında "netekiiiim" diyen Kenan Evren, neredeyse haftanın üç günü yurt gezilerine çıkar, toplanan büyük kalabalıklara hadislerden, ayetlerden örnekler verirdi. Niye? Çünkü Batı sistemi Sovyetler'i yeşil hilalle çevrelemişti, İslam'ı komünizme karşı bir silah gibi kullanıyordu. Türk ordusunun generalleri de aynı taktiği uyguladı. Halkı en rahat din konusundan vurabileceklerini, inandırıcı olabileceklerini ve böylelikle bir tür biat kültürü yaratarak yöneteceklerini öğrenmişlerdi batılı ağabeylerinden.

1990'da ise her şey değişti. Sovyet sistemi fiilen yıkıldı. NATO'nun varlık nedeni ortadan kalktı. Ve Türkiye'yi darbelerle yeniden düzenleme operasyonu da bitti.

Yani diyeceğim o ki, 1990'dan itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri'nin darbe yaparak yönetimi ele geçirmesi artık mümkün olamazdı. Ergenekon'du Balyoz'da yok başka bir şeydi gibi açılan kimi davaları yıllardır tartışıyoruz ve neredeyse çıktığım her televizyon programında haykırarak söylüyorum "Türkiye'de artık darbe olmaz, olamaz, yüzde bir bile ihtimal yok."

Evet yok. Çünkü Türkiye'de darbelerin hepsi dış desteklidir, dış talimatlarla yapılmıştır, ama artık böyle bir durum yok. Türkiye darbelerle yeniden şekillendirilecek ülke sınıfından çıktı artık. Burası Mısır değil.

Eyvah, sürem azalıyor, toparlamak zorundayım. Hızlanalım.

1990'dan sonra başka bir şey oldu ama. O güne kadar NATO ordusu olarak görev yapan, bunu yaparken de hiçbir komplekse kapılmayan, yaptıklarının ülke ve vatan sevgisi olduğunu düşünen bazı Türk subayları, komünist sistemin çökmesinden, dünyada yeni bir düzen kurulmasından sonra oturup düşünmeye başladılar; "Biz kime hizmet ediyoruz, biz kimin ordusuyuz?" dediler.

Evet, Sovyetler çökmüş; soğuk savaş bitmiş, ama NATO da bitmiş. Artık yeni bir dünya var, artık Türk ordusu eskisi gibi NATO kaynaklarıyla beslenmiyor, üstelik komünizm tehlikesi varken ülkeyi korumak çok kolaydı, bir saldırı olsa nasıl olsa NATO gelecekti. Ama şimdi durum farklı. Eskiden karşımızda tek düşman vardı, şimdi çevremizde bir sürü devlet oluştu ve bunların hepsiyle birden sorunlar yaşamaya başladık. Ve eğer bunlarla sıcak bir çatışma olacaksa, artık bu NATO'nun işi de değil, kendi başımızayız.

İşte bunları düşünmeye başlayan subaylar, "Kendi yağımızla kavrulmalıyız, kendi kararlarımızı vermeliyiz" diye düşünerek örneğin Milli gemi projesini başlattılar. Aselsan ile teknoloji geliştirerek milli savunma sistemimizi kurmayı düşündüler. Her şeyin Amerika'dan beklenmeyeceğinin bilincine vararak nasıl daha bağımsız oluruz sorusuna cevap aramaya başladılar. Hele "Sovyetler çöktü ama, Karadeniz barış denizi olmalı, buraya kıyısı olmayan ülkeler üs falan kurmaya kalkamaz diye bir irade beyanında da bulundular.

Yeni dünya düzenini kuranların bunlara o kadar da tahammülü olamazdı. İşte sevgili izleyiciler, 1990'dan sonra böyle düşünmeye yani artık daha milli, daha bağımsız olmaya çalışan ve bu yönde ataklara girişen bütün subaylar bugün Silivri'de. Hepsine hakka ve hukuka sığmayan cezalar verildi.

Size vaktimin elverdiğince bir ufuk turu yaptırmaya çalıştım. Elbette her şeyi anlatabildiğimi sanmıyorum, ama bu anlattıklarımı kendi süzgecinizden de geçirin lütfen. Bugünkü iktidarın Türkiye'yi dönüştürme hevesiyle Cumhuriyetin temel değerlerini yok ederek başlattığı büyük oyunda neden askerin ilk hedef olduğunu anlamaya çalışın.

Şunu unutmayın; askerlerin, aydınların, akademisyenlerin, gazeteci ve yazarların, üniversite rektörlerinin niteliklerine bir bakın. Hepsine yönelik topyekün savaşın sadece bu iktidarın gücüyle değil global ekonomik güçlerin baskı ve talimatıyla olduğunu lütfen görün.

Bu akşam bu kadar. Az sonra Ümit Zileli ile ana haberlerde Balyoz davasıyla birlikte Türkiye hukukun nasıl ayaklar altına alındığını, Türk ordusunun başına nasıl çuval geçirildiğini, Türkiye'yi dönüştüren zihniyetin intikam amaçlı operasyonunun aslında ne kadar zavallı olduğunu, ama bu uğurda nice canların yakıldığını ibretle izleyeceksiniz. Haber merkezi konuyla ilgili ayrıntıları içeren pek çok haber yaptı. Sakın kaçırmayın.

Yarın akşam saat 18.30'da buluşmak üzere, haa bu arada, dün söylediğim adaylıkla ilgili açıklamayı yarın akşam yapacağım, bunu da söyleyeyim, hepinize iyi akşamlar dilerim, hoşçakalın.

ulusalkanal.com.tr

Skandalda son halka! Gündem Silivri'den mesaj var! Gündem Deri-İş'ten Ulusal'a teşekkür ziyareti Gündem Genelkurmay önünde eylem Gündem