Abdullah Ağar, Yüzbaşı Özgür Çevik'in kendisine anlattıklarını yazdı
Güvenlik uzmanı Abdullah Ağar, bugün Hakkari Çukurca'da teröristlerle çıkan çatışmada şehit olan Yüzbaşı Özgür Çevik'in kendisine anlattıklarını yazdı.
Güvenlik uzmanı Abdullah Ağar, bugün Hakkari Çukurca'da teröristlerle çıkan çatışmada şehit olan Yüzbaşı Özgür Çevik'in kendisine anlattıklarını yazdı.
Ağar, Yüzbaşı Çevik'le Dağlıca'da tanıştıklarını, o günden bugüne kadar hep konuşup, dertleştiklerini ifade etti.
Yazdıklarının, Yüzbaşı Özgür Çevik'in yaşadıklarından, anlattıklarından sadece küçük bir parça olduğunu belirten Ağar, "Bizim için yapılan o mücadelede şehit düşen Mehmetçik Yüzbaşı’yı, bütün Mehmetçikleri ve mücadeleyi, ŞEHİT YÜZBAŞI ÖZGÜR ÇEVİK’in anlattıklarından okumanızı diliyorum. “Ruhun şad olsun” Ar’kardaş’ım, kardeşim, silah arkadaşım." ifadelerini dile getirdi.
Abdullah Ağar'ın 'Şehit Yüzbaşı Özgür Çevik anlatıyor' başlıklı yazısı şu şekilde:
Havadaki helikopterin teknisyeniyle silahçısı, bikisi namlularını dışarı uzatmışlar, elleri tetikte namlu üstünden sürekli gözetleme yapıyorlardı.
Böyle bir intikalle ve hedefe yaklaştıkça izli mermilerin gerginliği altında Dağbaşı’nın yamaçlarına ulaştık.
Dağbaşı Tepe, doğu-batı hattında uzanan bir tepe.
Kuzeyinde, kuş uçumu yaklaşık bin metreden biraz az bir mesafede Kale Tepe var. Güneybatısında ise yine bin metreden az bir mesafede Gülbahçe Tepe ve onun hemen arkasında Çilekli Tepe bulunuyor. Gülbahçe Tepe’den bikisi, Çilekli Tepe’den doçka, Kale Tepe’den de kanas çalışıyor.
Bu arada diğer JÖH timleri kuzeyden Kale Tepe’yi ele geçirmeye çalışıyor.
Saat 10.30’da üç helikoptere beşer beşer binmiş şekilde kalkış yaptık. İlk helikopter beni ve yanındaki Mehmetleri Dağbaşı Tepenin Kale Tepe tarafında uzanan sırtlarına bıraktı. İkinci ve üçüncü helikopterler ise Dağbaşı Tepe’nin Çilekli Tepe tarafına diğer Mehmetleri indirmeye başladı.
Zamanla yarışıyorduk.
Dahası atılan mermilerle.
Helikopterlerin kapıları açılır açılmaz atladık.
Haver durumundaydılar, yerden 1,5-2 metre kadar yukarıdaydılar.
Kollarımızı bacaklarımızı namlularımızı çarpa çarpa yere kavuştuk. Daha doğrusu öptük yeri.
Helikopter bizi komandoların yaklaşık 200-300 metre altına indirmişti. Şimdi birleşmek zorundaydık. Bu benim için, en önemli işti.
Haverda atılırken helikopterin rüzgarı ve yamaç eğimi yüzünden çantalarımız aşağılara doğru yuvarlanıp gitmişti.
Şimdi çanta manta düşünecek zaman değildi.
“Bırakın! Sonra çaresine bakarız.”
“Koşun yukarı doğru.”
Ve koşmaya başladık. Yamaç yukarı yaptığımız bu koşu sırasında çoktan tık nefes kalmış, 100 metre yukarıdaki balkon kayanın altına yamandık.
İşte tam bu sırada da komandolarla ses ve göz teması sağladık.
Yeni bir sıçrama için hazırlık yaptığımız o anda, komandolardan biri bağırmaya başladı.
“O taraftan gelmeyin, oradan ateş geliyor.”
Bu sefer diğer tarafa yöneldik.
“Bu sefer de oradan benzer bir bağırış: “Bu taraftan gelmeyin, yoğun ateş var!”
İyi de ben buradayken de üzerimize ateş geliyor!?
Bu arada başımızın üstündeki blok kayada vuran mermilerin çıkardığı tozları görüyor, seslerini işitiyor, başımın üstünden uçup giden mermilerin vızıltılarını duyuyor, kayalardan kırılıp üstümüze ve yere düşen kaya parçalarına bakıp duruyorduk.
Sıçramak zorundayım, ayağımı yerden kesmek zorundayım, ateşin içinden ateşin içine koşmak zorundayım. Yoksa burada çakılıp kalırım.
Çakılıp kalırsam da hiç bir şey yapamam.
Yapamayız.
“Ömer Uzman!”
“Emret komutanım.”
“Önce ikimiz sıçrayacağız... Mustafa!”
“Dinliyorum komutanım.”
“Bizim ardımızdan seninle Ayhan ve Kemal gelecek.”
“Anlaşıldı komutanım.”
Ve böylece yeni bir tık nefes başladı.
Deli gibi koştuk, mermilerin altında ve arasında.
Ulaştık şükür.
Sonra Mustafalar.
Artık komandolarla fiziki teması sağlamıştık. Hemen konuşmaya başladık. Etrafa bakındım bu ara... Yaralı iki personel şoka girmişti. Biri inleyip duruyordu, diğeri baygın yatıyordu.
Komandolar farklı farklı noktalarda direnek noktaları oluştur, çatışıyorlardı.
Öyle yorgun gözüküyorlardı ki.
“Komutanınız nerede?”
Konuştuğum komando yerini gösterdi.
Bir kayanın arkasına yamanmış, gözetleme yapıyor, yakaladıkça da ateş ediyordu.
“Komutanım ben Özgürer Yüzbaşı. Gazanız mübarek olsun.”
“Sağol aslanım” dedi, kısaca, keskince ve üzgünce.
Anladım bir şeyler, ama onun bir şey demesini bekledim.
Bana sadece “Özgürer beş şehidim yok!” dedi.
Ben ise hiç bir şey diyemedim ona.
Ne diyebilirdim ki!
“Buluruz komutanım” dedim kısaca ve keskince ve inançla.
Belki bir şeyler daha konuşurduk ya, konuşamayacak yeni bir durumla karşı karşıyaydık şimdi: “Komutanım bir adamımız yaralandı!” diye bir haber geldi.
Vurulan benimkilerden biriydi. Çilekli Tepe tarafına helikopterlerin adam attığı sırada, havadayken ayağından vurulmuştu.
İlk aklıma gelen sağlık astsubayı oldu.
Var mıydı?
Yoktu.
Bizi atan helikopterler bir kez daha ateş yedikleri için, helikopterler biri mermi aldığı için, şimdilik faaliyet kesilmişti.
Bu bizim için artık şu demekti.
Kendi başımızaydık.
Takviyeye geldiğim bu yerde sadece on beş TAZE KAN’dık ve birimiz daha en baştan yaralıydık.
Yaralı Mehmet’i on metre kadar aşağımıza getirmeyi başardılar.
Yanına gitmeye yeltendim.
Bir sürü ikaz geldi: “Komutanım gitmeyin, ateş geliyor!”
Duramadım.
Koştum yanına doğru.
Mehmetçik’i eskilerden kalan bir mevziinin arkasına koymuşlardı. Aşil tendonunun olduğu yerden vurulmuştu.
Yukarıdakilere bağırdım.
“Serum, tampon ve sargı bezi gönderin.”
Attılar.
Çorabını çıkardım Mehmet’in. Yarasını serum ile yıkadım. Sonra da tamponladım. Bunların hiçbirisini bilinçli bir şekilde yapmadım. Nasıl çalıştığını bilmediğim bir makine gibi, ne yaptığımı bilmeden içgüdüsel bir şeyler yapıyordum. Bu arada atılan mermilerin çarptığı yerlerden sesler duyuyordum.
“Yarayı serumla yıkamak nerden aklına geldi(?)” derseniz, inanın hala bilmiyorum.
Bir uzmanım koştu yanıma bu ara. Sırf o yüzden bir sürü mermi daha salladılar bu yana.
Ona yaralının silahını alıp, yukarı, komandoların olduğu yere koşmasını söyledim. Orada, toprağa oyulmuş geniş bir mevzi vardı. Ateş tutmayacağını düşünüyordum. Bir de oraya yatırırsak daha sağlamda olacağını.
Bir sigara yaktım. Derin bir nefes çektikten sonra yaralı Mehmet’in ağzına tutuşturdum. Rahatlamasını istiyordum. Birazdan yapmaya kalkışacağımız o acayip işte, şimdiye kadar kullandığı ayağını nasıl kullanamayacağını bilsin, ona göre davransın istiyordum.
O artık iyileşinceye kadar, -ki umarım iyileşirdi- ayağının üzerine basamayacaktı. Onu bu mevziden çekmeliydim. Ona nasıl hareket edeceğimizi sigarasını çekiştirip dururken anlattım.
Sonra bağırdım: “Ateş baskısı sağlayın.”
Mermi uğultuları arasında onun bir kolu omzumda, benim kolum onun belimde üç ayak koşmaya başladık.
Daha doğrusu cebelleştik.
Ohh!
Ulaşmıştık.
Tekrar kanamasını kontrol ettim. Komandoların yaralılarıyla uğraşan sıhhiye uzmandan damar yolu açmasını istedim.
Komandolar gece atıldığı saatten beri çarpışmış, tepeyi teröristlerden almış, şimdi de ‘havanın aydınlanmasıyla’ teröristler üç koldan gelip komandoları ısırmaya kalkmışlardı.
Komutanın ahlandığı şehitler neredeydi peki?
Yanına gittim tekrar.
Kolu sarılıydı komutanın. Bir başka kol komutanı belinden sakatlanmış yattığı yerden kolunu emir komuta etmeye çalışıyordu. Bir bölük komutanının iki parmağı kırılmış, o da o şekilde devam ediyordu.
Telsizden Çukurca’da bölgeye gelmeyi bekleyen tabur komutanımı aradım ve durumu anlattım. O da bana faaliyetin kesildiğini, en iyi ihtimalle iki saat sonra tekrar başlayacağını, bu süreçte bölgeye geldiğim on beş Mehmetle yalnız kalacağımı söyledi.
Yaralı personelimin başına bir kişiyi bırakıp on metre yukarıdaki grubun yanına gittim. Diğer bütün personelimi de buraya topladım. O sırada komandoların komutanları da yanımıza geldi.
Konuştuk dakikalarca.
Dakikalarca durum değerlendirmesi yaptık.
Artık kararımızı vermiştik.
Başlayacaktık.
Burada birazdan yapacağımız hamleye katılabilecek tüm Mehmetler toplandık. Sonra gözetleme yapan en uçtaki Mehmetin yanına gittim. Tepenin zirve hattını görüp ona göre planlama yapmam gerekiyordu.
Kendi personelimi ikişerli timler halinde planladım. Komandolar da yanımıza geldi. İkisi rütbeli, altı kişiydiler. Gözetleme yapan son personelin sağ çaprazına geçip kimin tepenin neresinden ilerleyeceğini söylemeye başladım. Kafamı üçüncü kaldırışımda solumdaki kayanın üstüne mermiler çarpmaya başladı.
Kale tepeden geliyordu. Kanasçı kafama nişan almış olmalıydı. Ama nefes hatası yapmıştı geri zekalı. Yoksa durumum çoktan mevtaydı.
Bu sırada Baski tugay komuta yeriyle (TKY) telefonla görüştüm. Onlar; “Yaralı ve şehitler var...” diyorlardı. “Sayı artmasın, emniyetli hareket et.”
Ben de “Bir an önce tepeyi temizlememiz gerektiğini” söyledim.
50 metreden sonrası ölü bölgeydi. Göremiyordum. Komandolardan tepenin şeklini ve ölü bölgelerini öğrenmeye çalıştım.
İki kademede sıçrayacaktık. Kale Tepeden keskin nişancı ateşi geldiği için tepenin kuzey yamacından hiç bir unsur ya da kişi sıçramayacaktı. Ancak orası da sızma noktasıydı ve teröristler muhtemel hala oradaydı.
Artık bu riski göze almak zorundaydım.
Komandolarda el bombası kalmadığı için, üzerimizdeki el bombalarını onlarla paylaştık.
Sonra?
Sonra, aynı Harbiye’de Şehitler Anıtı bölgesinde yaptığımız taarruz eğitimleri gibi taarruz ettik.
İlk kademeyi aldık.
Bu arada telsiz kestirmeleri yoğunlaştı.
“Size doğru geliyorlar.”
Bu sırada eskiden kalma irtibat hendeklerinden bir kişinin kafasını çıkartıp bize baktığını gördüm.
Terörist değildi bu. Askerdi.
Allah’tan ateş etmedim.
Yanlarına koştum.
Üç Mehmettiler. Biri yaralı, ikisi şehittiler.
Bağırdım.
“Sıhhiyeci koş!”
Komandolar ötedeydi.
O ötede diğer iki şehidi gördüm.
Anlamıştık. Mevzilerinde, burada, buracıkta yerde şehit olmuşlardı.
Bir diğer adıyla, artık herkes tamamdı!
Şimdi de TKY beklememizi, emniyete almamızı, İHA ve uçakların havada olduğunu söylüyordu. Ancak önümde bir ölü bölge daha vardı ve henüz tepenin tamamı temizlenmemişti.
Orayı da temizlemek zorundaydık.
Yoksa yine sızmaya maruz kalabilirdik. Bu arada bir üsteğmen beni iki kayanın arasına zorla oturttu.
“Ateş geliyordu.”
Ben de başımdaki kompozit başlığı çıkartıp yere attım.
“Öleceksek ölelim, yapacak bir şey yok!”
Bu yaptığımın ise? Doğru olup olmadığını bile bilmiyordum.
Her yer atılmış ve patlamamış terörist el bombalarıyla doluydu.
Bir de terörist cesetleriyle.
Bir gayret daha.
Bir sıçrama daha.
Bu son sıçramayla tepenin geri kalan bölgesini de aldık. Artık bütün ölü bölgeleri tutmuş durumdaydık.
Ya da öyle zannediyorduk.
Bu tepelerde ölü bölgenin hiç bitmeyeceğini bir türlü öğrenemiyorduk.
Sonrası bir görüntü.
Zıpladık tabii!
Bu muhtemelen gözcülük yapan teröristti. Hemen kendisini ölü bölgeye atıverdi, kaybolup gitti. Boşa da olsa bir iki mermi hariç ateş bile edemedik. Dolayısıyla kalburunu delemedik.
Daha sonra gelen ikinci sorti de, yoğun ateşten dolayı inemeyip geri döndü. Helikopterler geldiğinde, teröristler çok yoğun şekilde çalışıyorlardı. Biz bir gafletleri anında atılmış, daha sonrakilere bu fırsatı tanımamışlardı.
Şimdi gelen bütün helikopterleri düşürmeye çalışıyorlardı.
Ama artık geçmiş olmuştu.
Geçmişti.
Geçirilmişti.
Artık yeniden tertiplenecektik.
Bütün personelimi olası sızma istikametlerine mevzilendirdim.
Bundan sonra alanımızı adım adım, gıdım gıdım genişlettik. İyi gidiyorduk. Gördüğümüz, mevzi olarak değerlendirdiğimiz yerlere iyi atıyorduk. Ama şunu da biliyorduk. Bu dağda bu teröristtin ateş menzili ve üstünlüğü bizden fazladır.
Şimdilik tabii.
Bu arada bir helikopter personel atmayı başardı. “Taze kuvvet” beş Mehmet daha gelmişti. Komandoların acil yaralılarıyla birlikte kendi yaralımı bu helikoptere koyup gönderdik.
Artık taze kan on dokuz kişiydik.
Bir süre sonra bizimkiler Kale Tepeyi almış olmalı ki, keskin nişancı atışı oradan kesildi. Hava kararınca teröristlerin sızmacıları tekrar harekete geçti. Belli ki Dağbaşını hala bırakmak istemiyorlardı. Güney istikametinden sızmaya çalışan kadın teröristlerin konuşmalarını duyuyorduk. O kadar fütursuzca geliyorlardı ki, bağırıp çığlık atıyorlardı.
Manyak mıydı bunlar?
Yoo, kesinlikle değillerdi.
Biliyorduk aslında. Hemen her defasında teröristlerin cebinden kristal çıkıyordu. Kristalin ne işe yaradığı da belliydi. O bağırıp duranların mesafesi tahmini 600 metre kadardı. Anlaşılan o ki, hem güneyden hem doğudan sızmaya çalışıyorlardı.
Ben de TKY’den topçu ateşi istedim.
Ancak havada uçaklar vardı.
Doğudan gelen grubu, arazi yapısından dolayı göremiyordum bile. Yaklaşık yirmi kişilik bir grup olduğunu düşünüyordum.
Sonrası İHA ve uçaklardı.
Gömdüler resmen.
Bunlar şimdi canlarının derdine düşmüşken, güneyden gelenlerle uğraşma zamanıydı. Ağaçlık bir alanın içindeydiler.
“Baskı ateşi arkadaşlar.”
Sizin anlayacağınız “Allah ne verdiyse yani.”
Bırakın yaklaşmayı, kıpırdamalarına bile izin vermedik.
Telsiz kestirmelerinden; “O bölgeden giremediklerini, başka bir yerden deneyeceklerini...” söylüyorlardı. Ben de düşünüp duruyordum. Doğu tarafımıza geçerlerse, bizim açımızdan çok daha tehlikeli olacaktı. Uçakların ise emniyetli ateş
mesafesi 2 kilometre olduğu bilinirdi. TKY’den ısrarla atış istedim. Sonunda pilotlar atışı kabul etti. Ve 600 metre yakınımıza atış yaptılar.
Telsiz kestirmelerinden anladık ki, teröristlerin bir kısmı ölmüştü. Şimdi attıkları çığlıklar bir başka türlü geliyordu.
Ağlaşıyorlardı.
Bağrış çığrış feryat figan çığlık mığlık küfür müfür, sızmadan sızamadan kaçmaya çalıştılar.
Akşam 22.00-22.30 arası helikopter faaliyeti tekrar başladı. İlk etapta benim bölüğüm tamamlandı. Böylece tepenin çepeçevre emniyetini tam anlamıyla alabildim.
Mevzilerinin terk etmeyip şehit olanlar, yan yana düşecek kadar yakın çarpışmışlardı.
Teröristlerle komandoların boş kovanları aynı yere düşmüştü.
Sızmacı teröristler ile şehit düşen kol komutanının arasındaki mesafe beş metreydi.
Bu bir göğüs göğüse gırtlak gırtlağa yaşanan çatışmaydı.
Teröristlerin ölüleri sağda solda hemen her yerdeydi.
Burası Dağbaşıydı.
Yüksek dağların başıydı.
(Özgür Yüzbaşı, orayı Hudut Kartallarına devredinceye kadar orada kaldı.)
Saygılarımla
Abdullah Ağar
Not: Fotoğraf, Dağbaşı tepede Özgür Yüzbaşı’yı, özellikle başını vurmak için atılan onlarca merminin kayayı nasıl parçaladığını gösteriyor.
ulusalkanal.com.tr