Cüneyt Arkın’ın itirafları - 1

Mehmet Akkaya yazdı...

Abone ol

Cüneyt Arkın, çocukluğunu, açlık yıllarını, öğrenciliğini, Yeşilçam günlerini, sevinçlerini, üzüntülerini, pişmanlıklarını, acılarını, esirgemeden yazıya da döktü. 3 Ekim 2008 ve 5 Kasım 2008 tarihli yazılarının başlığı “Cüneyt Arkın’ın korkunç itirafları”dır.

Bilmediğimiz Cüneyt Arkın vardır o yazılarda. Olanca yalınlığıyla adeta üryan... İç dünyasıyla hesaplaşmaları bile orada. Hepsi de daha mert, daha namuslu, daha vatansever olabilmek için... “Karımın, çocuklarımın, en yakınlarımın bile bilmediği, insan taraflarımı” yazdım diyor.

İki de kitabı vardır Arkın’ın. Epilson Yayınevi’nde çıkan “Fakir Gencin Hikayesi” ve Kabalcı Yayınları’nda çıkan “Adını Unutan Adam”...

Arkın, hayatı boyunca kendisini takip eden korkusuyla başlıyor itiraflarına. Çocukluk resimleri için “Bir tek gülen resmin yok. Hayata bu kadar mı dargınsın” diyene, “Dargın değil, açtım” diyor:

“Çoğu yıllar, engerek yılanının bile zor yaşadığı bozkırda, karayel esip, toprak üstünde ne varsa kasıp kavurduğunda, hayvanlarımız, iki ablam, anam, babam ve ben, korkunç bir açlık yaşardık. Rüyalarımda hep anamın taze, tandır ekmeğini görürdüm. Açlığın dayanılmaz ıstırabı ile toprağı kazıp, tatsız çoğu tatsız, acı kökleri yerdik. Açlık onursuz bir şeydir. İnsanı insanlıktan çıkarır. Bu yüzden dargın bakan bir çocuktum. Baştan aşağı açlık korkusuydum.

Üstüm başım perişan, hep hayvan ve ekşi küspe koktuğumdan, arkadaşlarım hep uzak dururlardı... Yalnızlığımın sebebinin farkında değildim...

Ve uçsuz bucaksız büyüyen, canavarlaşan, varlığımı köleleştiren korku, aç kalma korkusu, bir zulüm gibi içime çöreklenmişti. Beni hiç bırakmadı. Para ve şöhrete kavuştuğum dönemlerde bir insanı mutlu edecek başarılar, alkışlar, takdirler, her istediğine sahip olma kudretinin o baş döndürücü dönemlerinde bile, yüreğimdeki o ince keder sızladı durdu. Hiçbir zaman sahiden mutlu olamadım, gülemedim.

Tıp Fakültesi’nin ilk iki yılında, Sirkeci’de bir otel odasını iki köylü inşaat işçisiyle paylaştım. Onlarla inşaatlarda çalıştım. Sonra Eskişehirli arkadaşlarımın yanına taşındım. Çalıştım, okudum. Her zaman kitap çantamda bir parça ekmek olurdu. Onu gördüm mü huzura kavuşuyordum.

1980’lere doğru Türkiye cehenneme dönmüştü. Gençler sokaklarda birbirlerini öldürüyorlardı. Türkiye karanlık bir yok oluşa sürükleniyordu. İşte o günlerde hain bakışlı, karanlık, silahlı gruplar evime gelerek beni ziyaret etmeye başladılar. İdeolojileri doğrultusunda filmler yapmamı istiyorlardı. Hepsine kesin “hayır” dedim. Bir akşam Topağacı’nda oturan bir film yapımcısı çok önemli gerekçesiyle çağırdı. Gittim. Salon, o karanlık, soğuk yüzlü gençlerle doluydu. Ağır, otomatik silahlarını ölümcül bir tehdit gibi masa üzerlerine, görünecek yerlere bırakmışlardı. Kamplarda eğitim gördükleri belli olan komando tavırlı gençlerin lideri önce çok nazik teklifi yineledi. ‘Bize film yap.’ ‘Hayır, imkansız’ dedim. Yüzü, sesi birden değişti. Gürledi. ‘O zaman buradan sağ çıkamazsın.’

Her gün... cinayetlerin işlendiği bu yıllarda Cüneyt Arkın’ın bir kaza kurşununa kurban gitmesi sorun bile olmazdı. Korkmuştum. Belli etmedim. Ama gencin ses tonu, el hareketleri beni daha çok öfkelendirmişti. Ev sahibine, ‘Bu evden çıkıncaya kadar hayatımdan sen sorumlusun. Bu bir Türk geleneğidir. Türkçü olduğunuza göre bunu çok iyi bilirsiniz’ dedim. Çok sakin yürüdüm. Kapıyı açtım. Çıktım. Dış kapıya geldiğimde taksi yanaştı. Rüzgar gibi bindim. Şoför gazladı. Yukarıya baktım. Silahlı gençler bu takside nereden çıktı der gibi şaşkın, ateş edelim mi, etmeyelim mi kararsızlığıyla duruyorlardı. Özel arabamla gelmiştim. Önlem olsun diye şoför Yılmaz’a “bir taksi tut beni bekle, kapıda göründüğüm an son sürat yanaş” demiştim.

Sonraki günler, eve, çocuklarıma hediyeler gelmeye başladı. İlkini karım açtı. Gözyaşlarına boğuldu. Paketin içinde 9 mm’lik bir kurşun vardı. Karımın ailesi Avrupa’ya gidip, izimizi kaybettirmemiz için yalvardı. Kabul ettim. Ailece çok zor günler geçirdik.

Zaman geçti. 1980’li yılların çetelerinin döküntüleri mafya olarak ortaya çıkmaya başladı. Biri benimle film yapmak istedi. ‘Hayır’ dedim. Atıf Yılmaz’ın yönettiği ‘Deli Yusuf’ setinde ayağımdan kurşunlandım. Tetiği çeken yakalandı. Garibanın tekiydi. Azmettiren mafya lideriydi. Polis arıyordu. Asıl patron Eskişehir’de tanıştığım eski Eyüp savcısı Kemal Beyefendi. Bir gün Hilton Oteli’nin en üst katında lüks dairede karşı karşıya geldik. Hesaplaştık. Yarım saat sonra ikimizde kanlar içinde otelin lobisine düştük. Şikayetçi olmadı.

Kendi hayatımın önemi yoktu. Ama çocuklarımın hayatını tehlikeye atmıştım. Her an öldürebilirlerdi.”

Devam edecek...

Aydınlık

Zor zamanların tek reçetesi: Mustafa Kemal Gündem İsmail Dost, Erdoğan’ın Vaizi ile yaptığı görüşmenin önemine değindi Gündem Ulusal Kanal sınır ötesinde Gündem Kurban hareketliliği başladı Gündem