Tanpınar Sendromu

Tanpınar, milliyetçi, içinde yaşadığı toplumu ve onun tarihini seven bir düşünürdü. Bugün yaşları 65’e ermiş, geçmişi dışarıdan seyreden, milliyetçiliği yadsıyan ya da takma Müslüman, takma milliyetçi bir düşünür değildi. Ulusal kültürün boşluklarından endişe duyan bir vatanseverdi. Bugün vatanseverlik, postmodernistler için modası geçmiş bir nitelik oldu. Ben ve olasılıkla benim öğrencilerim olan daha yaşlı bir grup, vatanseverliği hâlâ kalkınmanın motoru olan bir birikim olarak görüyoruz.

Abone ol

Bu cumhuriyet aydınına özgü çekingenlik, olasılıkla, tarihte ‘Türk’ imgesini yaratmakla kendini sorumlu hisseden bizden önceki, bizim, hatta bizden daha genç kuşakların özel bir tutumudur. Bugün bunun zarar verdiği bir aşamaya geldik. Toplumun gerici kültürel bağlarından kurtulmasını engelliyor.

Tanpınar, milliyetçi, içinde yaşadığı toplumu ve onun tarihini seven bir düşünürdü. Bugün yaşları 65’e ermiş, geçmişi dışarıdan seyreden, milliyetçiliği yadsıyan ya da takma Müslüman, takma milliyetçi bir düşünür değildi. Ulusal kültürün boşluklarından endişe duyan bir vatanseverdi. Bugün vatanseverlik, postmodernistler için modası geçmiş bir nitelik oldu. Ben ve olasılıkla benim öğrencilerim olan daha yaşlı bir grup, vatanseverliği hâlâ kalkınmanın motoru olan bir birikim olarak görüyoruz.

Fakat ulaştıkları sonucu dile getirme açısından, pek çok Osmanlı ve Cumhuriyet aydınında var olan suskunluğa, Tanpınar Sendromu adını koydum. Bu Tanpınar’a saygımdan.

Demokrat partiyi iktidara getiren Halk partisi karşıtı eleştirileri ve bir Osmanlı özlemini ortaya çıkaran gelişmeleri açıkça ortaya koyan düşüncelerini 1951’de yazdığı makalelerde buluyoruz.

Tanpınar’ın Ülkü dergisindeki ‘İnsan ve Cemiyet’ (Ocak, 1944) ve Cumhuriyet gazetesinde ‘Kültür ve Sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlık’, ‘Medeniyet değiştirmesi ve iç insan (Ocak-Mart 1951) adlı iki makalesi var. Bunları tamamlayan bazı düşünceleri de 1960’da yazdığı bir başka yazıda buldum.

İlk Türk Akademisi Abdülmecid’in de katıldığı bir törende Mustafa Reşit Paşa’nın nutku ile açılmıştı. Encümen-i Daniş akademinin danışma grubu idi. Encümenin ilk kararı bir Osmanlı tarihinin yazılması idi. Bu tarih Hammer’in tarihinin bittiği noktadan başlayacaktı. Cevdet Paşa Tarihi bu amaçla yazılmıştır. Bu karar o zamana kadar Osmanlıların Hammer’den sonra kendi tarihlerini bile yazmadıklarının kanıtıdır. Encümen İbn Haldun çevirisi yapılmasına da o zaman karar vermişti. Bu da Osmanlıların bir İslam klasiğinin farkına 400 yıl sonra vardıklarını gösteren ilginç bir örnektir.

Bu ara kesitte Tanpınar nasıl bu kadar geriden geldiğimiz konusunda düşüncelerini açıklamıyor. Bu belki bugün bir sorun haline geldi. Türkiye’de kendilerinden icazetli allâmeler var. Fatih Medreselerini Bologna ve Cambridge üniversiteleriyle eşdeşleştirdikten sonra her şey yerli yerine oturmuş görünüyor. İstanbul Üniversitesi de Cambridge gibi algılanabilir. Biz kendimizi aldatıyoruz!

Encümen-i Daniş, uzman bilim adamlarından, düşünürlerden oluşmuyordu. Kaldı ki o dönemde İstanbul’da bilim adamı, filozof türünden tanınmış bir bilim adamı ve düşünür de bilmiyoruz. Üyeler vezirler, medrese hocaları ve yüksek bürokrasiden seçilmişti. Bu, günümüzün davranışına da uygun görünüyor. Bu üyeler arasında birkaç yabancı oryantalist ve dil uzmanı vardı.

AKP TÜBA’YI ORTADAN NEDEN KALDIRDI?

Adı bugüne gelmiş iki kişi biliyoruz. Ahmet Cevdet Paşa ve Ahmet Vefik Efendi. (henüz paşa değildi.) Bu sözde akademinin çoğu tayinle gelen memur olduğu için idarede terfiler, değişiklikler oldukça üyeler de değişiyordu. Bunlar toplantılarda birbirleriyle tartışıyorlardı. Bu günümüzdeki YÖK’e, koruma kurullarına ve devlet memurlarından kurulan kurullara benziyordu. Cevdet Paşa, bu işe yaramaz akademinin Ali Paşa tarafından ortadan kaldırıldığını yazıyor. Akademinin kaldırılması bir tasarruf kararı idi. Akademiden başka her şey olan Encümen-i Daniş sadece gereksiz bir masraf kapısıydı. Fakat idari davranışların o zamandan bugüne değişmemesi de açıklayıcı.

AKP hükümeti TÜBA’yı (Türkiye Bilimler Akademisi) neden ortadan kaldırdı? TÜBA’da birbirlerini seçen tanınmış akademisyenler vardı, maaş da almıyorlardı. Herhalde Osmanlı Encümen-i Daniş’ine benzemediği için ortadan kaldırılmıştır. Çünkü kapıkullarından oluşmuyordu ve özgürdü.

1840 ile 2010 arasındaki 170 yıldan sonra Türkiye’nin başında bir Osmanlı hükümeti mi var? Belki olamıyor ama gelmişti. Biz onu Cumhuriyet hükümeti sanıyorduk. İlginç olan, kimsenin böyle bilim, düşünce kurulu olur mu, dememesidir. Cevdet Paşa böyle üye olur mu, demiştir ama, kendisi de üye olduğu zaman bir şey demediği anlaşılıyor. Nasılsa bugün de aynı olduğunu düşünürsek, AKP’nin Osmanlı hayaline yaklaştık sayılabilir.

Tanpınar, Encümen-i Daniş’in akıbetinden sonra hep bir Türk akademisinin açılmasının düşünüldüğünü söyler. 1993’de açılan Türk akademisi 10 yıl içinde kapatılmıştır. Bu Osmanlı cehaletinin bugünün Türkiye’sinde devam ettiğini gösterir.

İtalyan, Fransız akademileri 16-17. yüzyıllarda, Ruslarınki büyük Petro tarafından 18. yy’da kurulmuştu. Bunlar gerçek bilim adamı ve düşünürlerden oluşuyorlardı. Bu yüzlerce yıl açılamamış Türk Akademisi sorunu bugün sorgulanıyor mu? Hayır! Bunun toplumun bilimsel gelişmesine olumsuz etkisi tartışılıyor mu? Hayır!

Tanpınar, Cevdet Paşa’nın birçok örnek verdiğini ve bütün bu göstermelik kapıkulu kurullarının bu benzer nedenlerle kapandığını söyler. Ne var ki, Tanpınar gibi bir düşünür de, bunun nedenini kurcalamak istemez.

600 YIL SONRA İLK ÜNİVERSİTE

İstanbul’da bir üniversite açılması da bir komedidir. Avrupa’da ilk üniversiteler 13. yüzyılda açılmışlardı. Bizim allâmelere sorarsanız Fatih medresesi de bir üniversite idi. Eğer bir akademisyen 15. yüzyılın Oxford’u ya da Heidelberg üniversitesini Fatih Medresesine benzetiyorsa, kendisi bir medreseliden ileri gidemediği içindir.

Üniversite açılması Encümen-i Daniş tarafından kararlaştırıldığı halde açılamayan ilk üniversite, ikinci kez 1870’de (Avrupa dan 600 yıl sonra) Abdülaziz döneminde açılmış, iki yıl sonra mollaların müdahalesiyle kapatılmıştır. Abdülhamit döneminde varlığı anlaşılmadan kapatıldı. 1905’te tekrar açıldı fakat 1914-18 savaşına girdik, kısacası bu ülke hiç üniversite görmeden Cumhuriyet’e geldi. Aslında orta mektep ve liseler de (Rüştiye, idadi) Tanzimattan sonra açılmış, fakat yeteri kadar gelişmemişlerdi.

19. yüzyılda Osmanlı eğitiminin durumunu bugün kimse bilmez. Kaldı ki Cumhuriyet başında nüfusun okuma yazma bilmeyeni %90’dı. Köylüler okuma yazma bilmiyorlardı. Osmanlı Anadolusu ise kentsel yapı açısından gelişmemiş bir ülke idi. Öğretim de bir kent kurumlaşmasıdır. Avrupa’ya yakın öğretimi 18.yy. dan sonra sadece askerler gördüler.

AVRUPA’YA GÖRE HER ALANDA YÜZYILLIK GERİLİKLER

19. yüzyılda Osmanlının batılılaşma programı içinde tiyatro vardı. Abdülmecid Batı müziğini ve tiyatroyu getiren sultandır. Dolmabahçe Sarayı’nın arkasında bir tiyatro yapılmıştı. Tiyatroya muhalefet, onu ortadan kaldırdı. O tiyatroyu kim yaktı? Bugün Türkiye’de tiyatroya karşı olan gibileri. Abdülhamit dönemi başında bazı tiyatrolar vardı. Namık Kemal’in ‘Vatan Yahut Silistre’ oyununun yarattığı coşku nedeniyle tiyatrolar kapandı.

İttihat Terakki döneminde ve Cumhuriyet yıllarında Türk kadını sahneye çıkar. Cumhuriyet döneminde serpilir. İlk opera 1940’larda yapılır. Bunlar Avrupa’ya göre her alanda birkaç yüzyıl geri olan temel eğitim alanlarıdır.

Osman Hamdi Bey’in arkeoloji müzesine karşın İstanbul’da bir resim – heykel müzesi henüz yapılıyor, yıl 2015. Bu ülkede bugünlerde toplum eğitimini yönlendiren üç büyük kurum var. Üniversite, gökdelen, alışveriş merkezleri. Politikacılar için üçü arasında fark yoktur.

Ama çağdaş medresenin 1.000.000 öğrencisi var. Fakat kadının arkasında namaz kılınmaz. Yakında kadınlar için sözel mescit düşünen yaratıcı müteşebbisler çıkabilir. Kültürel intiharın çok değişik yöntemleri var.

Doğan Kuban

ulusalkanal.com.tr

Tiyatro salonlarının tek tek kapanmasıyla birlikte seyircisi de azaldı Kültür Sanat Kafka davasında karar çıktı Kültür Sanat Şaban güldü Türkiye güldü Kültür Sanat ''Botanik Park’ta Şenlik Var'' etkinlikleri renkli görüntülere sahne oldu Kültür Sanat