Akdeniz'deki Sevr'e cevabımızdır: 'Geldikleri gibi giderler'

Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz yazdı...

Abone ol

10 Ağustos 1920’de imzalanan ve Türkleri 800 km.’lik bir sahil şeridi ile Karadeniz’e hapsederek Anadolu yarımadasının açık denizler ve okyanuslar ile irtibatını kesen Sevr Anlaşması, 500 yıldır kapitülasyonlara mahkum edilmiş ve zaten deniz ve denizcilikte geri bırakılmış Türkleri Orta Asya’ya geri göndermeyi amaçlayan bir anlaşmaydı. Eğer Kurtuluş Savaşının sonunda Yunan orduları başarılı olsaydı dış dünya ile irtibatı sadece Karadeniz üzerinden olan entite morbide bir Osmanlı Sultanlığı ilerleyen bir kaç yıl içinde parçalara bölünür, Anadolu Türkleri ya devşirilir ya da Asya steplerine veya Ortadoğu’nun çöllerine sürülürdü.

SEVR'E BİRİNCİ AKDENİZ TOKADI

İlk tokat, Yunan orduları üzerinde 26 Ağustos 1922 sabahı patladı. Mustafa Kemal’in o gün haykırdığı ‘’Ordular İlk hedefiz Akdeniz’dir’’ komutu, emperyalizme en büyük başkaldırının son buyruğu oldu. Büyük bir zaferle sonuçlanan bu komut, ayrıca uluslararası camiada hak ettiği onurlu yeri almak isteyen, imparatorluk külleri üzerinden doğmakta olan yeni ve devrimci bir devletin dünya sahnesine çıkışını da işaret ediyordu. İsmet İnönü, 10 yıl sonra, 27 Temmuz 1932 günü İzmir’de yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu:

“Gazi, meydan muharebesinin sonucunu ifade eden hedefi değil, Akdeniz siyasetinde ve uygarlığında Türk milletinin layık olduğu yüksek mevki hedefini göstermiştir...Türk milleti binlerce yıldan beri uygarlığında ve siyasetinde başlıca yer tuttuğu Akdeniz’den fiilen uzaklaştırılmak istendi...Teorik olarak, savaşın son ve kesin neticesini büyük ordularına göstermek durumundayken Gazi’nin Akdeniz’i ilk hedef olarak göstermesine dikkat etmeliyiz...Milli mücadele Türk milletinin öyle bir dirilmiş ayaklanmasıdır ki, Sevr meselesi bu ayaklanışın ilk safhasıdır. Gerçektir ki, en acıklı safhasıydı. Diğer safhalara varmak için ateşle, demirle ve kanla atlanması lazım gelen yıldırıcı safhası ve ilk hedefiydi. Diğer hedefler daha kolay olmamıştır. Ve olmayacaktır. Türk milletinin davası, yüksek ve medeni bir milletin asil bir ideal davasıdır. Bu dava uzun ve çetin bir davadır... Şimdiki nesiller ve gelecek nesiller bu davanın arkasından yorulmadan ve dinlenmeden koşacaklardır. Koşmaya mecburdurlar.”

AKDENİZ'İN ARDINDAN KOŞMALIYIZ

Akdeniz’de ikinci Türk tokadı 20 Temmuz 1974 sabahı Girne Yavuz Plajında tutulan kıyı başında yine Rum orduları üzerinde patlamıştır. Bugün aynı ruh hali ve enerji ile Akdeniz davasının peşinden terle ve gerekirse kanla koşmamız gereken bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye, Doğu Akdeniz ve Ege üzerinden Cumhuriyet tarihinde örneği görülmemiş şekilde kapsamlı ve planlı bir jeopolitik kuşatma altındadır. Doğu Akdeniz’de ABD ve AB’nin grand stratejik destek ve yönlendirmesi altında şekillenen Yunanistan, İsrail, GKRY ve Mısır bloğu Türkiye karşıtlığında birleşen işbirliklerini, siyasi ve ekonomik cepheden askeri cepheye taşıdılar. Bugün Batı dediğimiz jeopolitik varlık, tüm desteği ile bu bloğun arkasındadır. AB’nin ve ABD’nin deniz yetki alan sınırlandırma haritalarında Türkiye’yi, Antalya ve İskenderun Körfezlerine hapseden ve 100 bin km kare mavi vatan alanımızı çalarak neredeyse 2. Sevr olarak tanımlanabilecek haritaları istisnasız bir işbirliği içinde her mecrada yayınlama ve dayatma gayretleri; Denize çıkışı olan sözde Kürdistan hedefine hizmet için PKK, PYD ve YPG’ye yapılan Amerikan yardımları; Her ay Doğu Akdeniz’de temposu ve çapı artan (Nemesis, Noble Dina ve Medusa serisi başta olmak üzere) Türkiye karşıtı askeri tatbikatlar; Haydut GKRY’nin korsan ruhsat sahalarında ABD, İngiltere, Fransa, Katar, İtalya, Güney Kore ve İsrail’e ait küresel enerji firmalarının arkalarına Amerikan ve Avrupalı deniz güçlerini alarak sismik arama, sondaj ve kuyu açma çalışmaları; İsrail ve Rum gazını Türk kıta sahanlığı üzerinden geçecek EastMed isimli proje ile Avrupa’ya sevk etme şantajları; AB Savunma Politikası ve PESCO yapılanması üzerinden Haydut GKRY devletçiğinin aşırı silahlanması; Ege Denizinde Yunan karasularının 6 mil üzerine çıkartılma retorikleri; Mısır ile Yunanistan arasında deniz sınırlarını belirleme anlaşması gayretlerinin yoğunlaşması; KKTC’de Türkiye karşıtlığını teşvik ederek Türk vatanseverlik duygularının aşındırılması ve adadaki Türk askerinin sözde çözüm süreci aldatmacası üzerinden geri çekilme baskılarının yoğunlaşması; ABD ve bazı Avrupa ülkelerindeki düşünce kuruluşları (CCIS , CFR, Chatham House vb) üzerinden Türkiye’ye gözdağı verilmesi bu dönemin şimdilik karşılaştığımız olguları.

JEOPOLİTİK MÜCADELEDEN TAVİZ VEREMEYİZ

Mücadele etmemiz ve Akdeniz’i ve KKTC’yi Sevr’in yeni aktörlerine bırakmamamız jeopolitiğin gereğidir. Bu amaçtan en küçük taviz Anadolu’daki son Türk devletinin sonunu getirir. 100 bin km kare mavi vatan alanından Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar için vaz geçmemizi kim bekleyebilir? Güney Kıbrıs Rumları ve bir avuç Kuzey Kıbrıslı taraf değiştirmiş Annan Planı aşığı Türklerin iradesi uğruna Türk Kolordusundan vaz geçmeyi kim düşünebilir? Suriye’deki Kürt kantonlarının birleşerek Akdeniz’e çıkışı olan bir bütünlüğe erişmelerine hangi Türk hükümeti izin verebilir?

AKDENİZ HAYAT ALANIMIZDIR

1930’ların şartlarında Montreux Sözleşmesini başararak Türk Boğazlarını geri alan ve bir Karadeniz doktrini yaratarak Karadeniz’i son 82 yıldır barış gölü olarak idame edebilen Cumhuriyetimiz, 21’inci yüzyılda aynı başarıyı her türlü tehdit ve riske rağmen Akdeniz’de de başarmak zorundadır. Bu kez durum farklıdır. İşin ucunda petrol ve doğal gaz vardır. Devlet üstü firmalar ulus devletlerin donanma güçlerini arkalarına alarak her türlü kışkırtmayı yapacaklardır. Türkiye bu tuzaklara düşmeden Akdeniz satrancını en akıllı en mantıklı ve en verimli şekilde oynamak durumundadır. En kısa zamanda Suriye; Libya ve KKTC ile deniz sınırları anlaşmaları yapılmalı ve kıta sahanlığı ya da MEB sınırlarımız ilan edilmelidir. Bu satranç devletin tüm kurumlarının ve dışardaki entelektüel birikimin orkestrasyonu ile sürdürülmelidir. Akdeniz politikası “ben yaptım oldu” veya “aldatıldım”paradigmalarına sığınılarak yürütülmemelidir. Benzer durum “no action, no fault” ilkesizliği ile hareketsizliği tercih eden, ya da tamamen Atlantik Blok Politikalarına teslim olarak (Annan Planını savunan hariciyecilerimiz gibi) Türkiye’ye geri dönülmez kayıplar yaşatan bürokratlar ile de yürütülemez. Türkiye en kısa zamanda en üst seviyede Akdeniz Siyaset Belgesi yayınlamalı ve Cumhurbaşkanlığı, MGK, Parlamento, Dışişleri, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı, Savunma Bakanlığı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, eşgüdüm ve işbirliğinde Akdeniz Yüksek Takip Kurulu oluşturmalıdır. Akdeniz’deki çıkarlarımızı koruyup geliştirerek, yükselen Asya’nın batı ucunda, Avrasya’nın neredeyse merkezindeki seçkin konumumuzla ne AB’ye ne NATO’ya, ne de İslam dünyasına muhtaç olmadan onurlu ve bağımsız yaşama fırsatını gelecek nesillere sunmamız gerekir. Denizdeki Sevr’i içerde ve dışarıda hortlatmaya çalışanlara cevabımız 100 yıl sonra aynıdır: Geldikleri gibi giderler.

Akdeniz'de deprem (25 Kasım 2018 son depremler) Gündem Krizin sorumlusu soğancı mı? Gündem Avusturya Büyükelçiliği önünde silah sesleri Gündem Vatan Partisi Kadıköy Belediye Başkan adayını açıkladı! Gündem